SOSYAL KİMLİĞİNİ DEĞİL KENDİNİ SEVMEK
Kendi içsel yolculuğum devam ederken, sosyal ortamlarda bulunmaya ve eski dostlarımla görüşmeyi sürdürdüm. Onlar da her karşılaştığımızda bana ‘’Peki ne deneyimliyosun, ne okuyorsun, ne anlıyorsun, ne işe yarıyor bütün bunlar?’’ diye sormaya devam ettiler. Bu tip sorulara verecek bir cevabım olamadı. Bir süre sonra bu tarz sorulara bir yanıt bulmaya çalışmanın üzerimde yarattığı baskıyı fark etmeye başladım. Onlara yüksek ruhani olanlar tarafından seçilmiş bir insan edası ile yanıt vermeyi seçebilirdim. Yapmadım. Bir çoklarına göre şarlatanların elinde kalmıştım, bazıları için ise bir ideoloji uğruna farklı güçlerin oluşturduğu labirentin şuursuz oyuncusuydum. Halbuki, ben her an kendisini bilgi ve erdemle beslemek isteyen, algılarını açık tutmaya gayret eden, gün ve gün kendini var etmeye bir adım daha yakınlaşma çabası gösteren bir gebeydim sadece.
Dünyanın birçok ülkesinden birbirinden farklı kültür, ırk ve dille büyümüş insanların küçücük odalarda bir arada olduğu ve birlikte haftalar geçirdiği farkındalık çalışmalarında kültürel değiş-tokuşun ne kadar zor olduğunu, farklılaşmaya yer vermenin ne derece imkansız olduğunu gözlemleme imkânım oldu. Çocuklara bireysel farklılıklara izin verilmeyen, yetenekleri gözetilmeyen, basmakalıp, aynılaştıran, robotlaştıran eğitim sisteminin uygulandığı toplumlarda yaşadığımızı gözlemledim. Çocukları bir tohum gibi görüp sevgi ile, ilgi ile olabileceğinin en güzeline filizlenmesine/yeşermesine destek olmak yerine onları bir hamur gibi görüp yoğurmaya ve aynı şekle sokmaya çalışan bir sistemin içinde eğitildiğimiz kanısına vardım. Geçmişin mirası ile dünyaya geliyoruz; içine doğduğumuz ailenin, kültürün, ülkenin, tarihin kodları ile sarmalanarak büyüyoruz. Bu altyapının sunduğu zenginliklerden gelişimimiz için destek alırken bir taraftan da bu kodlar ile ayrışıyor, farklılaşıyor ve kutuplaşabiliyoruz. İster istemez kendimizi bölümcül bir yaklaşımın içinde buluyoruz. Dilimizle, ülkemizle, kültürümüzle, ailemizle tarihsel gelişimin içinde insana ait yapılanmalara mutlak gerçek gözü ile bakıyor, belki de bu yapılanmaların zamanla bizim gibi bilinçli veya bilinçsiz insanlar tarafından geliştirildiğini sorgulamayı unutuyor, günbegün daha çok kendimizi gerçek gibi gözüken zihinsel ayrışmanın içinde bulabiliyoruz. Daha sonra böylesi bir eğitim sisteminden geçmiş, daha bireysel farklılığı bile idrak edememiş, hazmedememiş bireylerden toplumsal, yaşamsal, kültürel farklılıkları anlamalarını, kabul etmelerini bekliyoruz.
17 yaşıma geldiğimde eğitim sürecime yurtdışında devam ettim. Doğal olarak da gençlik dönemlerinde ve hatta daha sonraları şehirde, ülke genelinde ve diğer ülkelerde farklı kültürler ile karşılaştıkça bu farklılıkları anlamak/kabullenmek, bu farklılıklardan etkileşmek yerine belki de bireyselliğimle sağlıklı bağlantı kuramadığımdan içine girdiğim toplum üyelerinin farklılıkları ile etkileşime açılabilme yolu olarak kendi benliğimi tamamen bırakmam gerektiği inancına kapıldığımı gördüm. Çevremdeki birçok genç de benimle aynı durumdaydı. Yani kendini bir şekilden diğer şekile atmaya çalışan bireylerdik. Bir nevi melezlik benliğimize müdahaleye dönüşmeye başlamıştı.
“Ve… ve” den ziyade belki de okul sistemindeki kalıpsal yüklemelerden dolayı “ya… ya da…”yı seçmeyi tercih etme eğilimine kapılmıştım.
Katıldığım seminer ortamlarında bile yirmi birinci yüzyılda ellerinde iPhoneları ile kendilerini hipi ilan eden, Hint dinleri, sufizm veya şamanik kültür hakkında doğru dürüst bir anlayışa sahip olmadan ya da yerel kabilelerin nelerden geçtiklerinin, nasıl bir hayat sürdüklerinin idrakında olmadan bu kültürleri bir moda aracı gibi kullanan, tek bir tanrıçanın hikâyesini derinlemesine bilmeden içindeki tanrıça hakkında konuşan/tanrıça gibi giyinen, antik çağlardan kalma ritüelleri batıl inanca dönüştüren, bir hurafe gibi kullanan birçok insan gördüm, hatta yer yer ben de bunlardan birisi oldum. Kendime yakınlaşmak adına bir kimlikten başka kimliğe soyundum. Bunların hiçbirisi farkındalık metotları ile bağdaştırılamaz. Ve “mış gibi şekilci yaşamların” dönüştürücü olduğuna da inanmıyorum.
Hayran olduğumuz insanların ifade ve fikirlerini taklit etmem tabii ki doğaldı. Bir çoğumuz bunu birçok defa yapmışızdır ve zaman zaman yapmaya da devam ederiz. Belki yukarıdaki örnekler çok tehlikeli kimlik bunalımları değil ama kendi doğal bütünlüğünden kopuk bir şekilde bir kıyafetten/kimlikten diğerine zıplamanın yer yer hayati tehlike içeren kimlik bunalımlarına sebep olduğuna da şahit oluyoruz. Bunun en büyük nedenlerinden birisi belki de kendi gerçek doğamızdan/hakikatimizden kopukluğumuzdur. Amin Maaluf ‘’Ölümcül Kimlikler’’ isimli kitabında tam da bu konuları; ortak bilginin hızla yayıldığı bu çağda saf bilinci ve kimliği (insanın zamanın incelişinde onu dünyaya bağlayan bir ayna) ve sağlıklı kimliğin önemini titizlikle sorgular.
Ziyaret ettiğim kimi gizem okullarında, okul içinde aynı tip ve renkte kıyafetler giyiliyordu. Bu, bireyler arasındaki ayrışmanın bir nebze önlenmesi için bir yöntem olarak kullanılırdı. Okulun öğrencileri ile toplumsal olarak büründüğümüz kimlik ve sosyal yapılanmanın ötesinde buluşabilmemiz için destekleyici bir ritüel olduğu söylenirdi. Kimi okulların kapısında “Ayakkabılarınla birlikte zihnini de kapının dışında bırak” yazıyordu. Burada kastedilen zihinsel yapılanmaydı.
Bir seferinde bir okulun bahçesinde otururken yüze yakın insanın beyaz bir maske takmış olarak bana doğru yürüdüğünü gördüm. Çok huzursuzluk veren bir görüntüydü. Maske bireylerin üzerlerine giydikleri sahte kimliklerin bir sembolü idi. Gündelik hayatta fark etmediğimiz ancak girdiğimiz topluluklarda karşılaştığımız ve yer yer büründüğümüz sahte kimliklerin bu şekilde gözle görülür ifadesi oldukça meydan okuyucuydu.
Kimi gizem okulları artık üzerimizde kabuklaşmış ve bize giydirilmiş olan kimliklerle olan özdeşleşme ile kendimizden yoğrulmuş üst kimliğin farkına varabilmek için isim değiştirme yöntemi önerirler. Yıllarca isminizle ve soy isminizle gelen kimlikle olan özdeşleşmenizi görebilmeniz için, ‘’eski ben’e’’ ölüp ‘’yeni ben’e’’ doğmanızın temsili olarak sizi farklı bir isimle çağırırlar. Kimi okullarda ise “Ben sinemaya gittim”, “Ben üzüldüm”, “Ben istemiyorum” gibi özne ve yüklem birlikteliği yerine isminizi kullanmanızı isterler. “Fulya sinemaya gitti”, “Fulya üzgün”, “Fulya istemiyor” gibi cümleler kullanılarak “kendimizi” “kimliğimizden” nasıl ayrıştıracağımız sorgulanır.
Birçok felsefeci ve mistik aslında tanımların, kalıpların ve dilin çözülmesi ile bu ayrışmaların (koşullanmış bilincin) farkına varılabileceğini ve koşullanmış bilinç üzerinde hâkimiyet kurulabileceğini savunuyor. Gerçeğin (yani insan üretiminin ötesindeki bir zekânın) kalıplar, tanımlar, zaman gibi insan üretimi olan kavramlarla çözülemeyeceğini, bu kavramların, tanımlamaların bireyi bütüncüllüğün ötesindeki gizeme, bilinmeyene dokunmak yerine daha çok homojen bir ayrıştırmaya götürebileceğini öne sürüyorlar.
Bunun yanında farkındalık üzerine yapılan çalışmalarda kavramların kültürden kültüre fark kazandığına işaret edilir. Belli bir kültürde utanç veren bir kavram bir diğer kültürde itibar kaynağıdır. Bazı kavramlar ise aynı dil ve kültür içinde bile kavram kargaşası yaratır. Mesela aşk kavramı üzerine tartışıldığı noktada aşk üzerine didaktik bazı fikirler beyan edilebilir veya kitaplar yazılabilir. Aşk; seks, anlayış, tutku, hormonlar, biyoloji gibi bazı kavramlarla bağdaştırılmaya çalışılabilir veya bağdaştırılıp belki bir anlama bile yaklaşılabilir. Ancak aslında hepimiz biliyoruz ki aynı bir elmanın tadını ısırmadan anlayamayacağımız, ışığı gözümüzü açmadan göremeyeceğimiz gibi aşkı da aslında ancak belli bir bağlantısallık içerisinde bireysel olarak deneyimleyebiliz. Şirazi’nin “Aşka uçma kanatların yanar” sözlerinin Mevlana’da “Aşka uçmazsan kanatların neye yarar” şeklinde karşılık bulması gibi.
Ve sanırım belki de bu sebeple farklı kültürlerden gelen katılımcıların bir arada olduğu atölye çalışmalarında uygulanan yöntemler çoğunlukla deneyseldir. Ve kavramların, dilin ve hatta deneyimlenenin ötesinde bir farkındalık arayışına da ışık tutmaya çalışırlar. Nasıl aşk gibi yoğun bir deneyime girip o deneyimden çıkarken büyük ihtimalle dönüşmüş oluyorsak, aşk deneyimine giren ve çıkan insan arasında ciddi bir fark olabiliyorsa yoğun deneyim alanı sağlanan yöntemleri yeterince uzun uyguladığımızda dönüşme şansına sahip olabiliriz. Aslında her bir yöntem bir karşılaşmadır. Bazen tek, bazen ikili, bazen grup halinde uygulanan farkındalık metotlarının her birisi gerek bir grup insanla ya da bir özel insanla veya kendinizle bir karşılaşma, o kişilere, kişiye veya kendinize doğru bir yolculuktur.
Bu yöntemlerin yarattığı deneyimsel ortamlardan gelip geçerken deneyimlenenler bizlere dokunur ve dokunabildiği için de dönüştürebilirler. Aynı yola çıkan yılanın deri değiştirmesi gibi farkındalık yöntemleri de bize kabuk değiştirtir.
Farkındalık yöntemleri sorularımıza cevap vermez, sorunun kökenine iner. Bireysel olarak sorunun kaynağını an içinde deneyimleyebilmemiz için kullanabileceğimiz tekniklerdir ve bu sebeple dönüştürücüdürler. Farkındalık metotları ilk etapta teknik olarak zihne organize olmuş halde yüklenen bir veridir. Ancak ikinci etapta kişiye deneyimleme imkânı da sağlar. Ve bu deneyim zaman içinde derimizin içine işler, varoluşumuz tarafından özümsenir. Özümsenmiş bir bilgi farkındalığımızı, bilincimizi oluştur, bir sonraki davranışımıza etki eder.
Böyle bir deneyim diğer tüm deneyimlerden kendi bağlantısallık örgüsü içerisinde farklılık göstereceğinden hiç kimse tarafından hükümselleştirilemeyecektir. Bir fikri hükümselleştirmek kolaydır. Ancak bir deneyimin farkındalığı sadece deneyimleyenle kalır.
Farkındalık üzerine yapılan atölyelerde saygı kişinin genetik yapısının, doğasının, potansiyelinin yeşermesine destek olmaktan gelir. Bireylerin özgün hayatlarında, özgün yaşam dokularında, özgün iklimlerinde, tüm tecrübeleri, dostlukları ve duygu skalaları ile kendileri olarak var olmaya ihtiyaçları ön plana alınır. Kişiyi önceden karar verilmiş bazı düşünce ve davranış kalıplarının/zihinsel yapılanmaların şekline sokmaya çalışma, insan mucizesine yapılabilecek en şiddetli/müdahaleci yaklaşım olarak görülür. Bir organizmayı daha yeşermeden örülmüş kenarları görülmeyen kutucuklara sokmak, elinden gelişme, yeşerme imkânını almak, statikleştirmek ve ölüme terk etmektir. Bu bağlamda Gerhart Hauptmann’ın sözlerine ben de katılıyorum: “Ruhu öldürmek, bedeni öldürmekten daha büyük bir cinayettir.”
Birçok mistik ve felsefeci insanın us (akıl) kullanarak doğanın üstüne çıkabilen ve bastırarak altına düşebilen tek varlık olduğunu söyler. Aslında hayvanların doğalarını yaşarken bizim bastırarak doğal yetilerimizi bile kaybettiğimizi dile getirirler. Böyle bir bastırmanın sonucunun aşırı öfke ve duyarsızlık olduğunu birçok psikologdan duymak mümkün. Guilt, Shame, and Anxiety-Utanç, Suçluluk ve Anksiyete kitabında Peter R. Breggin bu konuyu etraflıca anlatmıştır. Mistiklerin de defalarca dile getirdiği gibi kendinden uzaklaşan bireyler, bir toplumsal inanç ve fikre dönüşmüş köleler/makineler şeklinde dolaşır, kendi bireyselliklerini, kendi gerçekliklerini, varoluşun bir parçası olarak kendi mucizelerini kaybederler.
Çevremde bu şekilde yıllar öncesinden sınırları çizilmiş, yazılmış, söylenmiş, belirlenmiş, sabitlenmiş bir kalıp/kutuya dönüşmüş, bir nevi maddeleşmiş şekilde yaşamayı reddeden çok dostum oldu. Yaratıcılığını kaybetmek, bir kalıba, bir kutuya dönüşmek, şimdinin sonsuz potansiyelinde değil, geçmişin sınırlı kalıpları ile yoğrulmuş bir kimlikle yaşamını sürdürmek istemeyen birçok insanla karşılaştım. Bu duyarlılıkta olan insanlarla dostluk kurdum, kimilerinin kitaplarını okudum, sanat performanslarında bulundum. Kimileri ise sıkışmışlık, boşluk veya bir şeylerin yanlış olduğunu hissediyor ancak duyuları ile de iletişimi kaybetmeye başladıkları için bu hallerini çok da önemsemiyorlardı. Çözümü farklı bağımlılıklara (alkol, uyuşturucu, kumar, güç, ilişki, iş) yönlendirmekte veya farklı korunma mekanizmaları ile kendilerini korumaya çalışmakta bulmuşlardı. Sanırım ben de bu kişilerden biriydim. Tabii ki bu eylemler bizi kendimizden daha da uzaklaştırır. Gerçeği ve kendimizi işte tam da bu şekilde kendimizin dışında bir yerde, bir insanda, bir işte, bir maddede, otoritede, parada, insanlar üzerinde güç kurmada, spritüellikte aramaya başlarız. Bütün hayatımızı bir şeylerin peşinde koşarak, sürüklenerek geçiririz. Kendimizle olan ilişkimizde dış faktörler, insanlar, insanların bizim hakkımızda söyledikleri/düşündükleri belirleyici olmaya başlar. Ve gün geçtikçe belli bir kimliğin içinde daha çok tutsaklaşırız. Ne ve neden aktığını bilmediğimiz bir akıntının, bir oyunun pasif oyuncusu olarak çürük bir tahta gibi oradan oraya savruluruz. Hayatımıza bir makinenin başkaları tarafından işlevleri çok iyi tanımlanmış bir parçası olarak mekanik bir şekilde devam ederiz. Nehirde sürüklenen bir odun gibi sağa sola savrulurken kendimizi bulduğumuz, gücümüzü elimize aldığımız illüzyonu içine gireriz.
Rol yapmak
Bu noktada destekleyici, özellikle rol yapılarak gerçekleştirilen kimi dışavurumcu farkındalık metotları vardır. Birey özendiği veya tamamen reddettiği kişilerin/arketiplerin rolünü biraz da abartılı olarak dışavurarak bu rollerle olan özdeşleşmesine farkındalık getirir. Kendi zihinsel yapılanmamıza ve özendiğimiz her kültür, ideoloji veya fikrin zihnimizde oluşturabileceği veya oluşturduğu yapılanmalara ışık tutmak bir labirente tepeden bakmak gibidir. Çünkü bizler bu zihinsel yapılanmaların örüntüsünde yaşar, kendimizi bu yapılanmalarla özdeşleştiririz. Bazen özdeşleştiğimiz veya yargıladığımız şeylere farkındalık kazanmak için bu yapılanmalara çok yakından bakmak gerekir. “Ne kadar annene benziyorsun, annen de aynen böyle yapar,” dendiğinde “Hayır, hiç alakam yok,” diye cevap verdiğimiz birçok davranış kalıbı bilinçaltımıza kadar işlemiş, otomatikleşmiştir. Bu, kimi durumlarda nasıl davrandığımızın bile idrakında olmadığımızın göstergesidir. Tüm bu yapılanmalara ışık tutmak hassas ve sabır isteyen bir sanattır. Ancak böylesi bir sebat bireyi kendi potansiyelinin zirvesine taşıyabilecek bir kaynaktır.
Katıldığım bir grup çalışmasında birkaç özendiğim ve gerçekten reddettiğim kimliğin rolünü yapmıştım. Utanç bariyerlerini geçtikten sonra canlandırdığım kimliklerin ve zihin yapılanmalarının içimde yaşadığını görmek beni hayrete düşürmüştü. Özendiğim kimlikleri anlayabiliyordum ama reddettiğim kimliklerin de o derece içimde yaşıyor ve beni farkında olmadan sürüklüyor olması canımı acıtmıştı. Böylesine bir bilinçsiz özentinin afişe olması farkında olmadığım sürüklenişime de ışık tutmuştu. Zengin insanlara karşı ciddi anlamda önyargısı olan bir arkadaşım vardı. Bir çalışmada onun zengin bir patron rolü yapmasını izlemiştim. Tiyatro ile yakından uzaktan ilgisi olmayan arkadaşımın içinden çıkan kibirli patron gerçekliği bir taraftan komik, diğer taraftan tüyler ürperticiydi. Asker olan babasını eleştiren bir dostum vardı. Bir gün babasının en eleştirdiği halini canlandırması istenmişti. Karşılaştığım sayılı uysal erkeklerden birisi olan bu dostumun bir taklit vesilesi ile de olsa içinden kendini gösteren küstah ve şiddet dolu parçası ve bu rolü sahiplenirken hissettiği haz oldukça şaşırtıcıydı. Bu deneyimler benim insan doğasını ve kendi doğamı daha yakından tanımamda yardımcı olmuştu. Hem özendiğim hem de reddettiğim bireylerin (bu vesileyle kendimin) içindeki/içimdeki ham karanlığı ve aynı zamanda potansiyeli deneyimleme şansına sahip olmuştum. Bu, bir mükemmeliyetin değil bütünselliğin deneyimi idi.
Ve ancak kendimize yakınlaşmaya, kendi enerjimizi tanımaya başladığımızda bizi neyin tatmin edeceğini, gerçek yolculuğumuzu hissetmeye başlarız. Bunu kendimizden başka hiç kimse yapamaz. Kendi potansiyelimizin ve evrimin ve devrimin yer alacağı yolculuğumuzun haritası kendi içimizdedir. Ve bu haritayı sadece kendimiz, kendimize yakınlaştıkça keşfedebiliriz. Dünyadaki en temel ve en önemli yakınlık kişinin kendisine olan yakınlığıdır. Hiç kimse bu haritayı bizim için çizemez ve hiç kimsenin daha önce çizilmiş haritası bize uygun olmayacaktır.
Mark Manson’un kaçınma yasasındaki gibi normal şartlarda ilk etapta yarattığımız sahte kimliklere sığınır, daha sonra bu kimliği tehdit eden her şeyden kaçınırız.
Halbuki doğal olanı, bilinçlendikçe daha fazla kendi otantik ifademizi aramaya başlamamızdır. Ve ben de bu arayışa girdim ve hâlâ da bu yolda devam ediyorum. Yeri gelince dansta, yeri geldiğinde yazarak, bazen ilişkilerimde, bazen grup çalışmalarında kendimi yeniden ve yeniden var ediyorum. Bu süreçte birilerini, farklı toplumları veya gelenekleri taklit ederek/takip ederek, yerli/yersiz kurallara sıkı sıkı tutunarak aidiyet bulmaya çalışmak yerine olmak istediğim insan olabilmek için eylemlerini, fikirlerini, ilkelerini, seçimlerini kendi iradesi ile belirlemeye/ yönlendirmeye başlayan ve kendini keşfetmeye çalışan insanlarla bir arada olmaktan büyük güç alıyorum. Bu insanların çoğu ilkeleri ve değerleri ile bağlantıda kalarak, insanlığa sunulmuş en büyük güç olan aklını kullanarak miras kalmış doğasının üstüne çıkmaya başlamış bireylerdir.
Jo Coudert’in Advice from a Failure’da söylediği gibi: “Tanıdığınız ve bildiğiniz bütün insanların arasında asla kaybetmeyeceğiniz veya terk etmeyeceğiniz kendinizsinizdir.” Kendimize yakınlaşmak bir yerde tek başınalık getirir. Çünkü artık bir akıntının, bir sürünün, homojen bir yapının, bir makinenin parçası olmaktan uzaklaşmaya, bize atfedilen kimliği bırakmaya ve daha çok kendi benzersizliğimize yaklaşmaya başlarız. Bir yerde benzersizliğimiz bize tek başınalığımızı hatırlatır. Artık herkes gibi değilizdir. Homojen bir grubun parçası değilizdir. Daha sıradışıyızdır. Daha benzersizizdir. Varoluşun bireysel ifadesiyizdir. Sadece kolektifin değil, aynı zamanda bireyin/sıradışının, benzersizin sesiyizdir. Tam da olduğumuz gibiyizdir. Nâzım Hikmet’in “Bir ağaç gibi hür, bir orman gibi kardeşçesine” sözlerine yakın bir hayat anlayışının eşiğindeyizdir.
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlar