KORKU

Daha önce bahsettiğim gibi kendimize doğru yaptığımız  bilinç/özgürlük yolculuğunda kapıda bekleyen bir diğer gardiyanın da korku olduğu söylenir.  Cesaretten bahsedilirken, “Cesaret korkuyu hissetmemek değildir,” denir. Martin Luther King “Cesaret korku ile yüzleşir ve bu sebepten dolayı korku üzerinde ustalaşır,” der.  Her ne kadar korkmakta haklı olduğumuz birçok olay olsa da, korunma ve hayatta kalma içgüdüsü olarak korku sağlıklı olsa da, farkındalık üzerine yapılan çalışmalarda birçok defa korku mekanizmasının bir kontrol aracı olarak kullanılmasına/bir koşullanmaya dönüşmesine ışık tutulur.  Yani bir nevrotik korkulardan bahsedilir, bir de sağlıklı, doğal (olması gereken) korkudan. Birçok farkındalık atölyesi belli bir noktada korkular ile çalışır. Bir eğitimde korkularla çalışan bir uzman ‘’Bilimsel araştırmalara göre beynin doğal olarak vücudu canlı tutma görevi olduğundan zamanının büyük çoğunluğunu başına ne geleceğini tahmin etmekle geçirir’’ demişti.   ‘’Biz bu seminerde insan yaşamı için gerekli olan, bizi kendimizi korumaya yönelten ilksel ve yerinde korkuya değil, daha çok nevrotik bir korku olarak kabul edilen korkudan korkunun izdüşümlerine ışık tutacağız’’ diye sözlerine devam etmişti. Katıldığım çalışmaların kimilerinde korkusuz olmaktan değil, korku ile yüzleşmekten, korku ile arkadaş olmaktan, korkuyu tanımaktan/anlamaktan, korkma özgürlüğünü kendine vermekten bahsedildi. İlksel korkunun kendinden ziyade o korkudan ortaya çıkan gerilim ve o gerilimden korkmaya başlamanın kendisinin korku ile beraberinde gelen yıkıcılığa sebep olabileceği söylendi.

İnsanlık tarihinin başından itibaren korku insanlıkla ilişkilendirilen bir duygudur. Orhan Hançerlioğlu Düşüncenin Tarihi adlı kitabında korku kavramı ile ilgili şöyle bir paragraf kullanır: “Volney gök ölçüsünün hikâyesini şöyle anlatıyordu: İlk insanların hiçbir düşüncesi yoktu. Önce kollarını bacaklarını kullanmayı öğrendiler. Gittikçe babalarının deneylerinden yararlanarak geliştiler. Yaşama araçlarını sağlamaya bağladıkça zekâları, ilkel gereksinmeler (ihtiyaçlar) zincirinden kurtularak anlamalara, sonuç çıkarmalara yöneldi. İnsan zekâsı giderek soyut bilgileri kavramak gücünü de kazandı. Yeryüzünde kendilerinden başka birçok varlıklar kaynaşıyordu, bu varlıkların çoğu karşı gelinmez nitelikte güçlüydüler. Ateş yakıyor, gök gürlemesi ürkütüyor, su boğuyor, yel sürüklüyordu. Uzun yıllar bu etkilerin nedenlerini düşünmeden katlandılar.” 

Hançerlioğlu, daha sonra insanların ast ve üst ilişkisi ile birlikte kendilerinden güçlü olandan korkmaya başlayıp korkuya karşı ümidi kendilerinden yukarıda olanın en üstünde olan gökte bulduklarından ve böylece ilk gök tanrı fikrinin atıldığından ve zaman içinde yıldızların adlandırılmaya, takip edilmeye başlandığından bahseder.  

Bu ilkel çağlarda ortaya çıkan korku kavramı neredeyse aynı ilkellikte ve daha sofistike formlarda hayatımızda yer etmeye devam ediyor.  Korku ile yönetilen bir dünyada, korkunun egemen olduğu bir nesilde yaşıyoruz. Zamana, toplumun yüreğine yayılmış korku neredeyse bir yaşam biçimi haline geldi.  Korkuyla yatıp korkuyla kalkılan günlerin içindeyiz. Gazetelerdeki, televizyon kanallarındaki haberler düzenli olarak korku enjekte ediyor.  Güçlünün güçsüzü ezdiği, korku ile eğitilen nesillerin çocuklarıyız. Adaletin masumiyeti tanıtmak/anlatmak yerine korku ile sağlanmaya çalışıldığı bir hukuk düzeninin içinde yaşıyoruz.  


İlk adım gevşeme

Dünyada travmatik olaylarla birlikte büyüyen mücadele et ya da savaş uyarısı veren amigdalanın küçülmesi veya amigdalanın aktivitelerinin azalması üzerine de bir çok araştırma yapılmakta. Amigdala, beynimizin “mücadele et ya da kaç” mesajını veren bölgesi olarak tanımlanıyor. Yapılan araştırmalarda gözlemlenen şey, amigdaladaki  gri maddenin azalması ile birlikte stresin de azalıyor olması. İnsanların stresli işler yapıyor olmaları veya  problemlerinin hâlâ aynı yoğunlukta olması bu durumu değiştirmiyor, yani tüm strese rağmen parasempatik sinin sistemini rahatlatıcı uygulamaları yapanların amigdalaları küçülüyor. Hollanda Rotterdam’da 1990 yılından beri sürdürülen bir çalışmadan toplanan verilerde, 45 yaş ve üstü 15.000 denek incelenmiş. Bu gruptaki 3.742 kişi, özel olarak mindfulness  beden gevşetme pratikleri ile ilgili deneyimlere tabi tutuldukları ayrı bir çalışmada incelenmiş ve beyin MRI sonuçlarına bakılmış.Mindfulness ve beden gevşetme/yoga pratiği yapan katılımcıların beyin MRI sonuçlarında kayda değer farkla karşılaşılmış. 


Parasempatik sinir sistemizi desteklemek için uygulayabileceğimiz bir kaç pratik teknik;

Medya Detoksu

Günde hiç olmazsa bir saat tüm medya bağlantılarınızı kapatın ve kendi kendinize kalıp rahatlamak için bir saat zaman ayırın. En azından bir saat için dış dünyadan kendinizi uzaklaştırın. Stres her zaman kötü değildir, bizi uyarırı ve tetikte tutar, yarayıcılığımızı ve üretkenliğimizi arttırabilir, ancak dengelenmesi gerekir.  


Bilinçli Eylem

Ev işlerinizi yaparken gergin olmanız için hiç bir sebep yok. Tüm ilginizi yaptığınız işe verin. Ev işi yaparken bir taraftan da izleyici olun. Ayaklarınızın yere sıkı sıkı bastığını hissedin. Yemek yapıyorsanız tüm ilginiz yaptığınız yemekte olsun. O an için neyi yapıyorsanız en iyisini yapmak için orda olun. 


Bilinçli Gevşeme

Endişeli iseniz, kaygılı iseniz bunu kabul edin. Bu durum ile savaşmak gerginliğinizi daha da arttıracaktır. Kabullenme dönüşümün başlangıcıdır. 


Koltukta otururken avuçlarınızı gözlerinizin üzerine götürün, avuçlarınız hafifçe, bastırmadan gözlerinini bir tüy gibi kapatsın. Bir süre böyle kalarak enerjinizin içe dönmesine destek olun.


Akşam yatmadan önce yüz kaslarınızı hareket ettirin. Küçük bir çocuk gibi yüzünüzü şekilden şekile sokun. Güzel, çirkin ayırmadan kaşınızı, dudaklarınızı, gözlerinizi hareket ettirin. Yüz kaslarınızı rahatlatın. Aynı uygulamayı bir aynanın karşısında da yapabilirsiniz.


İster oturun, ister ayakta durun. Bütün bedeninizi sıkın, sıkın, sıkın ve rahat bırakın. Bu uygulamayı 4-5 defa tekrarlayın. 


Omuzlarınızı kulaklarınıza kadar yükseltip, bedeninizi sıkıp, sıkıp, sıkıp rahat bırakın. 


Kaplanı Uyandırmak

Travmayı İyileştirmek kitabının yazarı Peter Levine travmatik dönemlerde beden, zihin ve ruh arasında oluşan kopukluktan bahseder. Ruhu bedene geri çağırmak için kitabında her gün 10 dakika kadar yumuşak, titreşimli bir duş bağlığı kullanarak duş almayı önerir. ‘’ Duş başlığından gelen su bedeninize dokundukça ilginizi suyun dokunduğu bölgeye yöneltin. Ellerinizin tersi , avuç içleriniz ayaklarınıza tek tek duştan gelen suyu tutun.’’     


Beden Varlık Okyanusunun Kıyısıdır

Rahat bir şekilde uzanın, bütün bedeninizi iç gözünüz ile ayaklarınızdan başınıza kadar tarayın. Ayak parmaklarınız, dizleriniz, bacaklarınızdan yavaş yavaş bedeninizin üst bölgelerine doğru çıkın. Nerede bir gerginlik hissederseniz bir süre orda durun ve derin, rahat nefesler alarak o bölgenin rahatlaması için alan açın. Tüm bedeniniz rahatladıktan sonra farkındalığınızı zihninize götürün. Zihninizin rahatlaması için kendinize izin verin. Beden sizi dinlemeye başlarsa zihinde dinleyebilir. Bu sebeple ilk bedeninizi rahatlatın, sonra zihninize geçin. Ne zaman ki zihniniz rahatlar, o zaman kalbinize geçin. Tüm duyguların, hislerin dünyasına. Burası oldukça karmaşık bir dünya. Kendinize güvenin ve yavaş yavaş kalbinize doğru nefes alın. Gerekirse iki elinizi göğüs bölgenize götürerek, kalp bölgenize hafifçe dokunarak destek olabilirsiniz. En son kalbinizin de rahatladığını hissettiğinizde dördüncü aşamaya geçin. Sufilerin dediği gibi ‘’Beden varlık okyanusunun kıyısıdır’’. Bedeninizden varoluşunuzun en derinlerine doğru hareket edin. Bedenin, zihnin ve kalbin ötesindeki varlığınızın merkezinde dinlenin. 

‘’Bedenin hareket gücünü artıran, azaltan, sınırlayan ya da genişleten her şey, zihnin hareket gücünü arttırır, azaltır, sınırlar ya da genişletir. Ayrıca zihnin hareket gücünü artıran, azaltan, sınırlayan ya da genişleten her şey, bedenin hareket gücünü artırır, azaltır, sınırlar ya da genişletir.’’  (Spinoza 1632 - 1677)



Bir dönem toplumsal/kolektif travmaların bireyler ve bireylerin yaşam enerjisi üzerindeki etkisini irdeleyen bir seminere katılmıştım. Seminer rakamsal verilerle başlamıştı. Bu verilere göre 5 bin 600 yıl içinde toplam 14 bin 600 savaş yaşanmış. Bu da yılda 2.6 savaş demekti. Dünyada 185 kuşaktan sadece 10’u savaşsız ömür sürebilmiş. Sadece 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana 150’ye yakın savaş olmuş.  Bu savaşlarda Kızılhaç rakamlarına göre 40 milyon insan ölmüş. Mesela Güney Amerika’da 1495 yılında 20 milyon olan nüfus 1500 yılında iki milyona düşmüş. Güney Amerika’da adalarda bir haftada 200 bin insan kılıçtan geçirilmiş. 


Aile dizilimi tarzındaki grup çalışmalarında savaş, işkence travmalarının kronikleşmesinden ve hatta ailelerin ve gelecek kuşakların bu travmalardan etkilenmesinden bahsedilir. Travma alanında çok sayıda çalışma var ve kanımca eğer bireyin yaşadığı korku belli bir travmayı aktive ediyorsa bir uzmanın (mesleki bilgisi ve tecrübesi olan kişilerin) desteği ile travmayı anlamak, korkunun oluşturduğu aktivasyonlarla baş edebilmek adına danışmanlık almak önemlidir. 

Sistematik dizilimlerde nesilden nesile geçen travmaları ve bireyin yaşadığı korkunun altında yatan yoğun geçmişi zaman zaman gözlemlemek mümkün olabiliyor. Ancak yer yer anksiyete (kaygı) veya depresyon gibi ciddi bozukluklarda bireylerin uzun süreli profesyonel destek alması da gerekebiliyor. Farkındalığı destekleyici grup çalışmalarında bazen grup çalışmasına katılmak yerine yoğun travma yaşamış olan bireylere güven ortamını kurabileceği ve yeniden güveni deneyimleyebileceği bir profesyonel ile uzun soluklu tedaviler öneriliyor. Doğu’da mistikler “İçsel yolculuğunda kapıda seni bekleyen korku gardiyanı ile karşılaşacaksın,” derken Batı’da bilim insanları bununla ilgili pratik ve bilimsel yollar sunuyorlar. 

Bastırılmış, şartlanmış korku farklı şekillerde baş gösterebilir. Mesela sevgilimizi kıskanmak belki de yetersizlik korkusunun izdüşümüdür. Cimrilik yaptığımızda belki derinlerde yoksulluk korkusu bekliyordur. Bir şeyi saklarken utanç korkumuz ile baş başayızdır. İnatlaşırken güçsüzlük korkumuz, mükemmelleşmeye çalışırken onaylanmama korkumuz, öfkelenirken gördüğümüz ihanetin ıstırabının korkusu, kontrol mekanizmamızın altında yatan gelecek korkumuz her an baş gösterebilir. Kendimizi izole ettiğimizde belki de derinlerde yatan bizi yalnızlığa iten savunmasızlık korkusu, eleştirilme korkusu, başarısızlık korkusu, çatışma korkusudur. Başarısızlık bizi ait olmak istediğimiz topluluğun dışında kalma korkusu ile baş başa bırakır. 

Kendi korkularımız üzerine tefekkür etmediğimizden bu anlamda empatimiz de oldukça sığ kalabiliyor. Mesela, rekabet eden bir dostumuzun yetersizlik korkusuna şefkatle bakamıyoruz. Diktatörlüğe soyunan yöneticideki temel güçsüzlük korkusunu algılamak yerine hayran olmayı tercih ediyoruz. İnsana değil, “güçlüye” hürmet ediyoruz. İlişkinin sorumluluğunu alamayan sevgilimize istediğimiz gibi davranması için dayatma yaparken onun tutsak kalma korkusunu sarmalayamıyoruz. Utanç verici bir duruma düşmekten, suçlanmaktan korktuğumuz için birçok eylemimizin arkasında duramıyoruz. Hatta cezalandırılmak veya utanç verici bir duruma düşmekten korktuğumuz için gerçek duygularımızı bile itiraf etmekten korkuyoruz.  Olağandışı bir durum karşısında verebileceğimiz içgüdüsel tepkimizin belirsizliğinden korktuğumuz için yeni deneyimlere yelken açamıyoruz. Öfkemizden korktuğumuz için ezik ve kederli bir yaşamı seçebiliyoruz. İçsel boşluğumuzdan korktuğumuz için budist hikâyelerindeki koca mideli, dar boğazlı, minik dudaklı aç ruhlar gibi tatmin olamaz bir şekilde kendimizi bir alışkanlıktan diğerine atabiliyoruz. Kendi zihnimizle baş başa kalmaktan korktuğumuz için huzurla tek başınalığımızda oturamıyoruz. Devamlı avuntu meşgaleler arıyoruz. Ya da oluşan gerilimi tolere edemeyip yıkıcı olmaya başlıyoruz. Korkunun karanlık okyanusunda gerekirse titreyerek kulaç atamıyoruz. Tüm yukarıda sayılı korkuların temelinde/derininde var olan seks, yaşam ve varoluş/ölüm korkularının ensesinden yakalayamıyoruz. Bilinmeyen korkusunu, varoluş/ölüm korkusunu ve kaybolma korkusunu yakalasak da yeterince uzun süre göz göze bakamıyor, bakanla bakılan arasında arafta kalamıyoruz. 

Meksika’da Lucid Dreaming (bilinçli rüya görme) isimli bir eğitime katılmıştım. Eğitiminde gündelik hayatında korkuları ile yüzleşmemek adına kendini çok meşgul tutan, kendisi ile baş başa kalamayan insanların daha çok kâbus görmeye eğilimli olabileceği söylenmişti. Bu tez ne kadar doğru bilmiyorum ama meditatif yaklaşımlarda da arka kapıdan kovulan korkunun bacadan geri geleceğinden bahsedilir. Ölüm korkusu ile bir an karşı karşıya gelinecektir. Çünkü her an ölmekte olan hücrelerimizin, kabuk değiştiren derimizin, her an doğup ölen düşüncelerimizin farkında olmadan yaşasak bile farkındalığımız arttıkça hiç değilse geçmiş yapılanmalara, fikirlere ölmemiz gerekecektir. Ancak ölüm korkusuna tutundukça bu noktada kendini bırakmak mümkün değildir. 

Korkunun formunu yakından tanımak için bir süre dahil olduğum grup çalışmalarında uygulamalara gözüme bant bağlı olarak katılmıştım. Göz bandı ile karmaşık yollarda yürümek, kim olduğunu bilmediğim kişilerin karşısına oturmak hem korkuyu yakından tanımayı hem de aynı anda sezgilerine ve içsel pusulana güvenmeyi gerektirdiğinden kendi adıma ilginç deneyimler olmuştu. 

20’li yaşlarımda da bir arkadaşımla birlikte Fethiye’de bulunan Kelebekler Vadisi’ni saran dik kayalıklardan vadiye inmiştik. Hiç kimseye tavsiye etmeyeceğim bu hayati tehlikesi olan deneyim korkuya ses, tat ve fizyolojik duyarlılık olarak form veren en güçlü deneyimim olmuştu. Bir taraftan korkuyu iliklerime kadar hissediyordum, diğer taraftan da tek ayağım her havaya kalktığında uçurum boşluğuna basıyor,  bende kayalıklardan o titreyen bacaklarla, ayağım kaymadan aşağı inmeye çalışıyordum. O güne kadar yok saydığım, görmezden geldiğim, bastırdığım, reddettiğim ve hatta yargıladığım korku ile o an el ele tutuşmuştum. Gençlik döneminde arkadaşımla yaptığımız bu çılgın deney benim korkuyu tanıma, anlama yolunda ilk inisiyasyonum olmuştu. Ancak daha sonraları korkuyu form olarak tanıyıp anlayabilecek birçok daha güvenilir metot öğrendim.




Dinamik Meditasyonu


Korku üzerine tasarlanmış sıralayabileceğim birçok meditatif metot var. Bunlardan biri 2002 yılında deneyimlediğim, hayatımın en garip, en meydan okuyucu meditasyonlarından biri diyebileceğim “Dinamik Meditasyonu”. Dinamik Meditasyonu sadece korku üzerine tasarlanmamış olsa da korku ile olan ilişkilenmesi beni çok etkilemişti. Bu meditasyonu Osho adlı mistik/filozof tasarlamıştı.  

Dinamik Meditasyonu’nun beş aşaması bulunur. Her bir aşama özel tasarlanmış bir müzik eşliğinde uygulanır. Yönergeleri şu şekildedir: Kaotik nefes ile başlayan ilk aşama, katarsis adı verilen duygusal patlama ile devam eder. Daha sonra on dakika boyunca “Hu” mantrası ile hara merkezine baskı yapılarak zıplanır. Bu aşamada birey fırtınanın içindeki sessizliği, eylemin içindeki çabasızlığı deneyimleme şansına sahip olur. Dördüncü aşama donup kalma ve tanıklık etme aşamasıdır. Ve son aşama kutlama ile devam eder. Mevcudiyetini kutlama ânıdır.   

Bu meditasyonu ilk yaptığımda zorlu bir yolculuktan çıkmış gibiydim. Ancak dördüncü aşamaya geldiğimde tanıklık ettiğim mevcudiyetin şaşkınlığını uzun süre üzerimden atamamıştım. 

Bir defasında bu meditasyonu korku odaklı bir grup çalışmasının içinde yapıyorduk. Beyazlaşmış  uzun saçlarını ensesinde toplamış olan Alman yönlendirici, yeşil cüretkar gözlerini gülümseterek bu meditasyonun korkulara nasıl dokunabileceğini şu şekilde açıklamıştı: Meditasyon ilk on dakikalık aşamasında burundan ritmik olmayan derin kaotik nefesler alıp vereceksiniz. Nefes vermeye odaklanın. Nefes alış verişinin içinde kendini tamamen unutmak. Bu kaotik nefes uygulaması ile zihinsel kalıpları şaşırtmaya başlıyoruz.  İkinci on dakikalık aşamada katarsis adı verilen duygusal ifade (arınma) sürecinde kişinin tamamen kendini/tüm bastırdığı duygularını ifade etmesi/salıvermesi ile devam ediyor. Çığlık, inleme, ağlama, çoşku. Yıllardır bastırılmış, köşelere sıkıştırılmış duygular, alınan derin ve kaotik nefesin de desteği ile ifade bulurken/salıverilirken doğal olarak insanda delirme korkusu da ortaya çıkıyor; birey kendi zihninden, kendi kilit altında tuttuğu düşünce ve duygularından korkuyor. Bu aşamada bireyler yılların, hatta asırların birikmiş deliliğini ifade etme ve ifade ederken bilinçli bir şekilde bu ortaya çıkan deliliği gözlemleme şansına sahip oluyorlar. Meditasyonun açıklamasını yapan yönlendirici “Zihnin yapılanmasını kaybetme, delirme korkusu açığa çıktığında farkındalığınızı oraya çevirin ve bu korkuyu izleyin,” demişti. ( Kimi mistikler korkuların en büyüğünün zihnin kontrolü kaybetme korkusu olduğunu söylerler. Zihin her zaman kontrolde olmak ister. Zihin kendisini bireyin ustası olarak kabul eder; ne bedenin ne de kalbin (kendi müdahalesi olmadan) var olan zekâsını kabul edemez. Bu sebeple farkındalık üzerine yapılan uygulamalarda en büyük engel olarak her zaman zihin ve zihnin bırakma korkusu görülür.


Meditasyonun üçüncü on dakikalık aşamasında aşamasında “Huu” mantrası kullanılır.  Bu mantrayı yüksek sesle söyleyerek topukların üzerinde zıplanır. Bu zıplama yaşam enerjisinin aktive olmasına ve yukarı doğru tırmanmasına destek olur. Mistikler enerjinin bu şekilde yukarı doğru hareket etmesine Kundalini adını verirler.  Bu esnada yaşam enerjisi/cinsel enerji/diğer insanlara karşı doğan korku/orgazm korkusu ile yüzleşebileceğimizi, yine bu korkuyu izlememizi önermişti. “Dördüncü aşamada tamamen donup sessizlik içinde hareketsiz bir gözlemci olduğunuz noktada da ölüm korkusu ile karşılaşabilirsiniz,” demişti.   

Bu meditasyonu çok uzun dönemler uyguladım. Hayatımda çok faydasını gördüm. Meditasyon hakkı verilerek yapıldığında kişi kendi iç dünyasında birçok farklı deneyim yaşayabiliyor, birçok keşifte bulunabiliyor.  Bir çok defa bu bir saatlik Dinamik Meditasyonu yolculuğundan çıktığımda hayatı ve renklerini pırıl pırıl görmeye başlayıp, sıkışmış/ donmuş olan yaşam enerjimin yeniden uyarılmasına, yeniden güçlenmesine destek olduğunu gözlemledim. 

Korku bastırıldıkça hareketlerimizi/davranışlarımızı/kararlarımızı o bastırılmış korku yönlendirmeye başlayabiliyor. Bu tarz bir meditasyon uygulamasında, uygulamanın yapılandığı teknolojinin de desteği ile ilk aşamalarda korkuya kendini açtıktan sonra özellikle son aşamasında bilinçsiz korkumuzu ve korkudan dolayı gizli kalmış olan doğamızı tanıyıp korku yerine coşkunun bizi nasıl yönlendirebileceğini deneyimleme imkânımız  olabiliyor. Bu deneyimi zihinle anlamak mümkün değil ancak fizyolojik olarak şaşırtıcı bir dönüşüm yaşanabiliyor.  

Bitki özleri içerek adım atılan şamanik halisünatif ritüellerde kişilerin bilinçaltı korkuları ile yüzleşmesi ve bunlara meditatif bir farkındalıkla ışık getirmesi mümkün olabiliyor. Ancak bu tarz ritüellerde, ritüeli yaptıracak kişinin farkındalık düzeyi çok önemli. Ve genelde içinde yaşadığımız devirde böyle bir ritüeli yönetecek seviyede ustalığa sahip bir kişi ile karşılaşmak oldukça zor.   

Korku ile yakınlaşmak adına katıldığım en zorlayıcı aktivite karanlık odasıydı. Hiç ışık olmayan bir odada tamamen derin bir sessizlikte saatlerce oturmak insanın sınır kavramını ortadan kaldıran bir deneyime dönüşebiliyor. Ve bedeninin nerede başlayıp nerede bittiği idrakini kaybetmeye başlamak, düşüncelerinin çığlık gibi baş göstermesine sükûnet ile şahit olmak oldukça ürkütücü olabiliyor. Karanlık odalarda yeterince uzun kalınınca ve korkuya yakınlaştıkça engin bir boşluk ve bir izleyen, hatta sadece izleyenin de farkında olan saf bir bilinç düzeyini deneyimlemek mümkün olabiliyor. Zihin çerçevesini, sınırlarını kaybediyor. Bir nevi zihnin ölümü gerçekleşiyor. Sınırsız bir özgürlüğün doğumu ile karşılaşılabiliyor. Bu his engin bir boşlukta kanatlanmak gibi.  


Yerersizlik Korkusu

Yukarıda sıraladığım veya benzeri korku ile çalışan farkındalık etkinliklerinde karşılaştığım ve en tehlikelilerinden birisi olarak görülen korku yetersizlik korkusudur. Yüzleşilmemiş yetersizlik korkusu zalimleri doğurur. Kendilerini olduğundan büyük göstermek isteyen, yetersizlik hissi ile sarmalanmış arayış içindeki olgunlaşmamış benlikler bu duygularının farkında olmadıklarında, bu korkuları ile yüzleşmemek adına birer hükümdara, zalime, gücü taciz eden bireylere dönüşürler. Bu tarz korkularla baş edemeyen bir kişi hasbelkader gücü eline geçirirse o gücü kaybetmemek, kontrolü elde tutmak için ne gerekiyorsa yapacaktır. Gerekirse savaşacak, karşısındakini aşağılayacak/dehümanize edecek, gerekirse binlerin, on binlerin hayatını harcayacaktır. Tarihin birçok sayfası yetersizlik, küçüklük, dışlanma korkuları ile dolu hükümdarların katliamları ile yazılmıştır. Bu hükümdarlar ellerine ne kadar güç geçerse geçsin içsel boşluklarını dolduramamışlar; ya kendilerini ya tüm çevrelerini yok edene kadar insanlık üzerinde güçlerini, diktatörlüklerini egzersiz etmeye devam etmişlerdir.


Kimi mistik okullarda korku zihnin bir parçası olarak görülür. Korkunun kontrolünde olan bireyler “mış gibi yaşamaya”, konformist eğilimlere, yönlendirilmeye, programlanmaya daha yatkındırlar. Istıraptan korkup hazza, yoksulluktan korkup servete, yaşlılıktan korkup gençliğe tutunmaya kalkarlar ve bunları elde etmek için maddi manevi birçok şeyi feda etmeye hazırdırlar.  Midede yaşanan düğümlenmeleri, korkunun pençesi altında ezilmeleri zihinle özdeşleşmenin yan ürünü olarak görürler. “Zihnin hiçbir özdeği yoktur ve farkındalık bu hakikatle seni yüzleştirir. Zihin aslında boştur ve zihnin en büyük korkusu bu boşluğun fark edilmesidir,” derler. 

Korkuyu zihnin karanlık gibi gören kimi mistikler, ışığı bilincin sevgisi olarak görürler ve “Karanlıkla savaşmak yerine ışık getir,” derler. Korkunun kontrolünden çıkmak akabinde güveni ve sevgiyi getirir.  Korku tarafından kontrol edildiğimiz sürece yolumuzun sevgi olamayacağı söylenir.  Sevgiyle attığımız her adımda korkunun barınamayacağı söylenir. ’’Korkuya mı sevgiye mi hizmet edeceksin? Sen seç’’ denir.  




Utanç ve suçlama korkusu


Bazı mistik yaklaşımlarda utanç ve suçlama/suçluluğu da korkunun açılımları olarak görülür. İnsan yavaşlamaya, kendisini sükûnet ile dinlemeye başladıkça tüm suçluluk hisleri ile, utançları ile de yüzleşmeye başlar. Kendi korkularından kaçmak adına yaptığı suçlamaları fark eder. Suçlayarak, utandırarak, korkutarak insanları kontrol etmeye çalışırız. İnsanlar da suçlayarak, utandırarak, korkutarak bizi kontrol etmeye çalışırlar. Utanç, suçlama ve korku birer kontrol mekanizması olarak kullanılabilir. İnsanlarda suçluluk hissi uyandırıp, kıyaslayıp daha sonra aynı insanlardan yaratıcı bir şey beklemek çılgıncadır. Suçlamalar, korku ve utanç ile tahribata uğrarız veya karşımızdakini tahribata uğratırız. Tahribata uğramış bir birey iyi kontrol edilebilir, makine gibi işlev görebilir ama yaşam coşkusu, üretkenliği, yaratıcılığı elinden alınmıştır. Kontrol mekanizmalarına mesafe almaya başlamanın kendisi bile derinden bir başka korkuya dokunur. Hiç kimse sütten çıkmış ak kaşık değildir. Ve yavaşladıkça, diğerlerini kontrol etmeyi bırakıp kendimize döndükçe kendi doğamızı hatırlar ve eylemlerimiz ve düşüncelerimizde samimi oldukça kendi gücümüzden korkmaya yakınlaşırız.   

İlk katıldığım grup çalışmalarından birinde “Birisini suçlayarak işaret parmağınla işaret ederken dört parmağın seni gösterir, unutma,” demişlerdi. Daha sonra benim için önemli olan birisini yargılatmışlardı. “Sen kadirbilmezsin, sen kaçamak cevaplar veriyorsun… sen… sen… sen…” diye devam ettirdiğim yargılamaların sonunda şimdi “Tüm senleri ‘ben’ yap ve tekrar söyle,” demişlerdi. Kendime samimi olmaya izin verdiğim noktada yaşadığım yüzleşme oldukça ağır oldu. Başkalarında bulduğum kusurların birçoğunu kendimde de görebiliyordum. 

Suçlamak en ucuz ve basit kontrol mekanizmalarından birisidir. Bu tepkisel tavır önce bireysel, ardından kitlesel bir refleks halinde kendisini gösterir. Mağdur olduğumuzu düşünür, suçlamaya başlarız. Şikâyetçi oluruz. Bir savcı gibi davranmaya başlarız. Hatta bir cellat olmak isteriz. Siyasette de bu tavır ile çok karşılaşırız. Dehümanizasyon adını verdiğimiz bir diğerini canavarlaştırma ile insanları o kişi ile ilgili psikolojik bir sürece sokmak en tehlikeli toplumsal oyunlardan birisidir. Bu oyunlara dahil olmamak için ilk etapta suçlayarak kontrol etmemeyi, daha sonra suçlanarak kontrol edilmemeyi öğrenmeliyiz. Dehümanizasyon, Michelle Maiese’nin dilinden “düşmanı insandan daha değersiz ve insan gibi davranılmasına gerek olmayan  bir şeye dönüştürmektir”. Dehümanizasyon, suçlamanın en güçlü tekniğidir. Her bir yargı, suçlama bir diğeri ile aramızda bölünme yaratacak, duvar örecektir. Her örülen duvar kalbimize örülür. Kalbimizi kapatır.  Kalbimiz kapandıkça ıstırabımız artar. Yargıyı, suçlamayı bırakmak diğerini olduğu gibi görmeyi de beraberinde getirir. Hiçbir içsel bölünme yaşamadan diğeri ile olduğu gibi olabilmeye, örülmüş tuğlaları tek tek kaldırabilmeye olanak sağlar.  Çoğu grup çalışmasında utanca ilişkin duyguları iyileştirmek için bireyler saklandıkları yerden çıkmaya ve birine güvenmeye davet edilirler.   

Çok sevdiğim Alman bir kadın psikolog dostum vardı. Omuzlarına uzanan sarı saçları ile altmış yaşarında ama kırk yaşında gibi gösteren, dar deri pantolonları ve dünya çapında bir çok DJ’yi saf dışı edebilecek müzik arşivi ile otuz yaşlarındaki Fulya için çok eğlenceli ve bir o kadarda erdemli bir psikologdu.  Doğrusu onu tanımak psikologlara karşı tüm ön yargılarımı yıkmıştı.  Yıllarca onun Kuzey Avrupa ülkelerinde gerçekleştirdiği grup çalışmalarında gönüllü asistanlık yaptım. Grup çalışmaları için bir çağrısı vardı ve beni çok etkilemişti; 

           -  Kendinizi kötü, başarısız bir insan olarak tanımlamak, defalarca alışkanlık haline gelmiş olan toksik tutumlarınızı eleştirmek ve kendinizi devamlı utanca itelemek yerine kendinize  şunları söyleseniz nasıl olur?  ‘’Ben hayatımda kötü deneyimler ve zorluklar yaşadım. Gerçekten boktan durumlarla karşı karşıya kaldım. Hayatta kalabilmek için bir takım davranış ve tutumlar benimsedim. Bunlar o dönemde benim durumlara adapte olmama ve yoluma devam etmeme yardımcı oldu. Ben sevgiyi bu şekilde davranarak edinebileceğimi zannettim, ihtiyaçlarımın bu şekilde karşılanacağını düşündüm.’’ Bunları söyledikten sonra, bu tutumlarınıza ve bu şekilde davranmanız gerektiğine inanan tarafınıza şefkat hissetmek için kendinizi açın. Sisteminize o dönemde yaşamda kalmak için yapması gereken şeyleri yaptığı için teşekkür edin. Kendinizi yargılamak, eleştirmek ve bunu defalarca tekrarlamak utanç yaratacaktır.  Bu  utanç davranış ve tutumlarımızı tekrar etmemize sebep olacaktır. Ancak kabullenmek ve kendimizi açmak bunları ve beraberinde gelen utanç duygusunu salıvermemize yardımcı olacaktır. - 


 Çevremizdekilerin iyi niyetle veya bilinçsizce bizi kontrol etmek amacı ile yönlendirdikleri yargılarla, suçlamalarla, utandırmalarla ve korkutmalarla hipnotize olmamak ve bu davranışların yaratabileceği kalıplara uyanık kalmak adına  kendi kendine hipnoz önerilir. Kendi kendine hipnoz çalışmaları bireyi hipnotik alışkınlıklarından arındırmaya yardımcı olur. Hipnoz bizi bilinç altına taşır. Bilinç altına hipnoz yolu ile temas ettikten sonra istediğiniz tohumu atabilirsiniz. Attığınız tohumu beslerseniz çiçek açar. Hipnoz, Toplumsal Hipnoz bölümünde de söz ettiğim gibi mistik veya büyülü bir şey değildir. Her birey her gün bilinçaltına yüklenen hipnotik önermelere maruz kalır. Ama burada gerçek hipnozcu kendimizizdir. Çevremizdekiler bize önermelerde bulunacaktır. Yeri gelecek annemiz bize “Sen çok aptalsın!” diyecek ve aptal olmamak adına kalıp modeller sunacaktır. Kardeşimiz “Senden utanıyorum!” diyecektir; okulda arkadaşlarımız dalga geçecektir. Bu sarf edilmiş cümleleri ve bu cümlelerden bizi sözde koruyacak olan kalıpsal davranış modellerini bir ömür boyu taşıyıp taşımamanın sorumluluğu bizdedir.  Dıştan gelen hipnotik önermelere açık veya kapalı olmak bizim elimizdedir. Belki de yaşanan sorunlara, karanlığa, yersiz korkulara ışık tutabilecek olan tek kişi kendimizizdir. Utanç, suçluluk, korku çemberine, belki kendi ışığımızı kendi kendimize getirebiliriz. Kendi hipnotik durumumuzu ve bu durumun yarattığı bilinçsiz davranışları, hatta alışkanlıkları kendi bilinçaltımıza kendimiz hipnoz uygulayarak çözebiliriz. Saklandığımız köşemizden çıkabilir ve sağlıklı ilişki modellerine kendimizi bilinçli olarak yönlendirebiliriz.  


Belki de Buda’nın “Kendine ışık ol!” sözleri burda da önemlidir. Belki de bilgelerin söylediği gibi önermelerle yaşamayı seçip seçmeme gücü içimizde. Hele ki bize sunulan her türlü hipnotik önermeye kendi seçimimizle evet/hayır diyebiliyor ve kendimize ve çevremize karşı samimi kalabiliyor isek, insanları kontrol etme arzumuzdan arınmış isek korkunun karanlık sularına bizden iyi kendimize ışık tutacak kim olabilir ki! 

“Tanrıdan korkma çünkü Tanrı sevgi ile yaklaşır.”



Ölüm Korkusu

Kimi mistikler korkuyu egonun (benlik yapılanmasının) ölümle olan ilişkisinin gölgesi olarak tanımlar. Bir nevi zihinsel olarak yapılanmış bir benlik fikrinin yoklukla olan ilişkisinin izdüşümü. Ve derler ki: “Bir çiçek her an güvensizlikle, ölümle karşı karşıyadır ve bu onu kırılgan ve güzel yapar. İnsanlar da aynı şekilde her an tehlike ile karşı karşıyadırlar ve bu gerçekliğin güzelliğini kabul etmektense suni, plastik ölü bir hayat yaratmaya çalışarak korkudan uzak durmaya çalışırlar.” Mistik yaklaşımlarda bu çabanın yersiz olduğu söylenir. Gerçekten de hayatın doğası insanı her an tehlike altında tutar. Bir sonraki dakikamız belirsizdir. İnsan her an ölümle iç içe yaşar.


Bilim insanları insan hücrelerinin devamlı ölüp yenilendiğinden bahseder. Hayatımızda bir dakika sonrasını belirli kılmak için elimizden hiçbir şey gelmez. Her an bir depremle, fırtınayla, sel baskını ile karşılaşabiliriz. Doğasında ölüm ayrım yapmaz ve herkes bir şekilde ölmeye mahkûmdur. 


Ölüm korkusu ve ölüm tabusunu aşmak üzere Mısır’ın ölüler kitabı gibi okumalar veya yaşam ve ölüme meditatif destekler veren bir çok okul bulunmakta.  



Daha önce de söz ettiğim gibi ancak kapıdaki korku gardiyanıyla kontrol güdülerini, hükmetme ihtiyacını bırakarak yüzleşebilen bir yolcunun bilinç kapısından sevgi ve teslimiyet ile geçebileceğini söylenir. 


Anladığım kadarıyla birçok farkındalık metodunda gösterilen bir şey de insani olan hiçbir şeyi reddetmemek, yargılamamak ama anlamaya çalışmak. Kendimizde yargıladığımız her şey kopuş yaratır. İkilik yaratır. Korkuya karşı savaşmak enerji kaybıdır ve bir ikilemdir. Anlamaya başladıkça birleşiriz, bütünselleşiriz. Anlamak sevmektir. Ve anladığımız hiçbir şeyi ötekileştirmeyiz. Yakından izleriz, uzaktan izleriz ama ötekileştirmeyiz. Aynı zamanda karşı koyduğumuz bir güç tarafından manipüle edilmeyiz, tekeline girmeyiz. 


 Kimileri ise ‘’Korku bir enerjidir,” derler. Bu enerjiyi yok etmek mümkün olmayacağından ancak enerjinin form değiştirebileceğinden bahsedilir. Korku ile yakınlaşmak, korkuyu tanımak, bilinçaltına aşılanmış yapay korkulara uyanmak en zorlu süreçlerden birisidir. Kendim de bu süreçte, potansiyel olarak içimde yeşeren özgürlük ve sevgiye sahip çıkmakta oldukça zorlanıyorum. Ancak korkuyu yakından anlamadan birey olarak sağlıklı kararlar vermek, varoluşuma dokunmak neredeyse mümkün değil. Nietzsche’nin Zerdüşt’te dile getirdiği gibi “eninde sonunda merak ve korku da yorgun düşer”.  



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

HUMAN DESIGN

PRAG VE SİMYA

Kralların Şarap Bölgesi Burgonya’da Büyüleyici Bir Şarap ve Gastronomi Seyahati