HİKÂYEM OLMADAN BEN KİMİM
Bundan birkaç sene önce çocukluğumuzdan itibaren dinleyerek büyüdüğümüz hikâyelerin, hayatımızdaki ve davranışlarımızdaki etkisini derinden anlayabilmek adına birkaç gün süren grup çalışmasına katılmıştım. Farklı kültürlerden birçok katılımcının bir araya geldiği bu çalışmaya, çocukluğumuzda bizi en çok etkileyen hikâyeleri anlatarak başlamıştık. Katılımcılar genelde içine doğdukları kültürlerin öykülerini anlatıyorlardı. Bazı katılımcılar ise farklı kültürlerde yetişmiş oldukları halde aynı veya benzer hikâyelerden etkilenmişlerdi. Hatta daha genç katılımcılar hikâyelerin aslını hiç okumamışlardı, meta hikâyelerin bilgisayar oynuna dönüşmüş yapılarından etkilenmişlerdi.
Grup çalışması esnasında bizi etkileyen hikâyelerin kökenleri üzerine de konuşmuştuk. Gelişim dönemimizde ve sonrasında dinlediğimiz hikâyelerin birçoğunun kökenlerini geçmişe damga vurmuş diğer destanlardan, dini hikâyelerden veya mitolojik efsanelerden almış olduğu söylenir. Bazı mistik yaklaşımlar, bireylerin hayatlarının da hikâyelerin/mitlerin tekrarı olabileceğini savunurlar. Kolektifte uçuşup duran mitlerden/öykülerden bir veya birkaçının, belli bölümlerinin veya tamamının bizleri/hayatlarımızı/seçimlerimizi/davranışlarımızı etkileyebileceklerini öne sürerler. Bireysel ve/veya toplumsal geçmişimizin, yaşanmışlıklarımızın, belleğimizin, özlemlerimizin, düşlerimizin, rüyalarımızın, hatta çevremizle etkileşim şekillerimizin ve seçtiğimiz davranış kalıplarımızın saflığını korumuş ve/veya siyasi/politik/ekonomik amaçlarla yeniden yoğrulmuş hikâyelerle şekillenebileceğini savunurlar.
Mitler (mitolojik hikâyeler) psikolojik tedavide de kullanılmaktadır. Mitlerin psikolojideki kullanımında ön plana çıkan ilk iki isim Sigmund Freud ve Carl Gustav Jung’dur.
Sigmund Freud dört-beş yaş arasındaki erkek çocuklarda babayı kendine rakip olarak görme ve annenin gözdesi olma şeklindeki davranış tarzını belirtmek için Sofokles’in meşhur Oedipus Tragedyası’ndaki, annesiyle evlenen Oedipus’un mitolojik öyküsünden esinlenmiştir.
Jung “Hangi hikâyeyi yaşadığınızı bulmalısınız,” diyerek hikâye ve mitlerle insan arası etkileşimi çalışmalarında ön plana çıkartmıştır. Amerikan yerlisi yazar ve antropolog Jamake Highwater’ın, “İnsanın tüm inanç ve faaliyetleri altta yatan bir mitolojiden çıkar,” sözleri benzer temayı işaret eder. Felsefede mesela Platon’un mağara metaforuyla karakterize ettiği doksa/sanı yapılanması, zihnin hapsolduğu özne-nesne durumuna, yani mağaradaki sanı dünyasında, yani kendi yapılanması içinde hapsolmuş zihne işaret eder.
Katıldığım çalışmada hikâyelerin/öykülerin zihnimizi nasıl yapılandırabileceğini, hikâyelerdeki dişil ve eril karakterlerin cinsel kimliklerimizi nasıl etkilediğini konuşmuştuk. Ayrıca, hikâyelerdeki dişil ve eril kahramanları/figürleri hayatlarımızda bilinçli ya da bilinçsiz yaşatmaya çalışmamızın veya bazı karakterlerle özdeşleşmek istememizin sebebinin karakterlerde hoşumuza giden cesaret, güzellik, mütevazılık, zekâ, güç, merhamet gibi bazı değerler olup olmadığını araştırmıştık. Prensesim, prensim, güzeller güzelim, kahramanım, şampiyonum, aslan oğlum, azizim, sultanım, kraliçem, kralım, tanrıçam, iyilik perim gibi sıfatlaşmış kimliklerin gündelik hayatta neden kullanıldığını sorgulamıştık. Değerlerimizi, doğamızı ve gerçeğimizi sahiplenmekte zorlanıp mağdur kadın, saçını süpürge etmiş anne, özverili eş, bakıcı, her kadının evlenmek istediği erkek, mistik, başarılı işadamı, idealist şövalye, başöğretmen, şifacı, kurban, zalim, barış elçisi, kurtarıcı gibi kalıplaşmış dişil ve eril kimlik hikâyelerinin/personaların arkasına saklanıyor, bu karakterlerin hikâyeleri ile sürükleniyor olabilir miyiz sorusunu araştırmıştık.
PARA
Sordular
Nasıl para kazanmak istersin?
Dedim ki onlara…
Çiçekleri koklayanların
Sıcacık şefkatle sarılanların
Göç eden kuşları usulca izleyenlerin
Şimşeklerin müziğini coşkuyla dinleyenlerin
Sevenlerin
Sevilenlerin
Yönettiği bir dünyada
Bir kar tanesi olarak…
Bütün dünyanın hemfikir olduğu ve tüm kültürler ve inançlar arasında tek bir kelimesi bile değişmeden ortak anlatılan/kabul gören bir hikâye vardır: paranın hikâyesi. Tüm kültürler, tüm dinler, her aklıselim insan bir kâğıt parçası üzerine örülmüş hikâyeyi sorgusuz sualsiz kabul etmiştir. Para, üzerine örülmüş olan hikâye ile ayrıştırılırsa yüklenen değerini kaybedecek ve bir kâğıt parçasına veya bilgisayar ekranlarını kaplayan numaralara dönüşecektir. İnsan ile para arasındaki fark da budur. İnsan ise kendi üzerine bilinçli/bilinçsiz işlediği hikâye ile özdeşleşmeyi bıraktıkça gerçeğine, değerine dokunacaktır. Hikâyeler bir kâğıt parçasını efsaneleştirecek ve bir insanın aşkın zekâsını dizginleyecek/hapsedecek kadar güçlü olabilirler. İnsan zihni ise yüklenen hikâyeler karşısında savunmasız kalabilecek kadar uykuda olabilir.
Cemil Meriç’in 1 Nisan 1970’te sabah saat 10:00 civarında yazdığı Jurnal 2’de yer alan yazısı “Ezeli Bir Şifadır Aldanmak”tan şu kesit çok hoşuma gider: “Güneş altında söylenmeyen ne kaldı? Don Kişot için hakikat şövalye romanları idi. Avillalı Theresa için Kitabı Mukaddes. İkisi de inandıkları için savaştılar. Azize Theresa kilisenin masallarına âşıktı. Don Kişot çevresindeki masallara. İslamiyet de, Marksizm de belli bir coğrafyanın, belli bir medeniyetin masalları. Hayat büyük, çılgın, deli dolu, ikisinin de dışında.” Ve sonra yazısını şu sözlerle bitirir: “Zavallı Fikret! ‘İnan Haluk, ezeli bir şifadır aldanmak’ demiş. Galiba tek doğru söz bu.”
Farkındalık metotları ile çalışmaya başladığımızda içselleştirdiğimiz/özdeşleştiğimiz ve hatta reddettiğimiz hikâyeler ile de çalışmaya başlarız. Geçmişimizi, öngördüğümüz geleceğimizi yazarak kendi hayat hikâyemizin yapılanmasını, genel karakteristiklerini algılamaya ve bu hikâyelerin izdüşümlerini geçmişten gelen kolektif arketiplerde, hikâye kahramanlarında, sağlıklı/sağlıksız dişil/eril figürlerde aramaya başlarız. Bir nevi hikâyelerin rehberliğinde kendi içsel dünyamızda ruhsal arkeolojik kazıya başlarız. Yolda bazen Macbeth ile, bazen Mirdad ile karşılaşırız.
Hayatımızla veya yolculuğumuzla özdeşleştirdiğimiz hikâye/hikâyeler bize hem kılavuzluk/yoldaşlık edebilir hem de bir çarkın içinde kilitli tutabilir. Okuduğumuz ve dinlediğimiz hikâyeler zihinsel-psikolojik heyecanlarımızı, benlik, kimlik inanışlarımızı, etik ve estetik değerlerimizi belirleyebilir. Bu sebeple kendi hikâyemiz de dahil olmak üzere tüm hikâyeleri nasıl okuduğumuz önemlidir.
Ünlü yazar Byron Katie, kişinin olaylar karşısında kendisine anlattığı hikâyenin olayın gerçeğinden çok daha etkin olduğunu gözlemlemiş ve bununla ilgili “Çalışma” adını verdiği bir sorgulama hazırlamıştır. Bu sorgulamalarla Byron Katie bizleri “babam sorumsuz bir insandı”, “annem problemli bir kadındı”, “çocuklarım çok saygısız”, “potansiyelimi yaşamıyorum”, “herkes beni reddediyor”, “benim kaderimde başarı yok”, “para ile ilişkim çok kötü”, “insanlar hep benim kötülüğümü istiyor” gibi kendimize anlattığımız hikâyeleri sorgulamaya ve gerçeklere daha yalın bir gözle bakmaya davet eder. Hayat kurgumuzun içinde bir de o kurgu ile ilgili kendi kendimize anlattığımız hikâyeleri dört soru ile sorgular:
1. Bu doğru mu? (Evet veya hayır. Hayır ise 3. soruya geçiniz.)
2. Bunun doğru olduğunu kesinlikle bilebilir misiniz? (Evet veya hayır.)
3. Bu düşünceye inandığınız zaman nasıl tepki veriyorsunuz, ne oluyor?
4. Bu düşünce olmadan nasıl biri olurdunuz?
Doğumdan ölüme doğru hareket eden yaşamsal döngülerin ve yaşanan karşılaşmalar esnasında seçilen davranışların sebep olabileceği kişilik dönüşümlerinin serüvenlerini çeşitli kültürlerde bulabiliriz. Hayat yolculuğunda bireyin dönüşümünü desteklemek adına yazılmış birçok meta hikâye vardır. Bu hikâyeler adeta insanların çıkabilecekleri inisiyasyon yolculuklarında nasıl davranacaklarına rehberlik ederler. Bu hikâyeler birçok farklı öykü/anlatım/hikâyeye de ilham olmuştur. Değerler ve davranışlar bu yapıdaki hikâyelerin önceliğini oluşturur. Bu hikâyeler bazı geleneklerde bilince doğru ilerleyen evrimin haritaları olarak kullanılmaktadır. Bazı hikâyeler ise sanki insanlığı şuursuzca tekrarlanan trajedilerden uyandırmak için yazılmıştır. Bu döngüsel insan evrimini, bilinçsizden bilince doğru hareketi anlatan en eski destanların ve kültürel metinlerin nasıl okunduğu önemlidir. Bu metinler benim için her zaman hikâyenin içinde hakikatin dillendirildiği metinler olmuşlardır.
İranlı sufi şair Ferîdüddîn-i Attâr, Simurg kuşlarının yolculuğunu anlattığı Mantıku’t-Tayr’ında yedi vadiden bahseder. Budistlerin Zen’in 10 boğası hikâyesi de bir kişisel dönüşüm yolculuğunun hikâyesidir. İlk etapta sekiz boğa resmi ile Taoistler tarafından anlatıldığı söylenen bu hikâye daha sonra 12. yüzyılda Zen ustası Kakuan tarafından 10 resimli bir hikâyeye dönüştürülmüştür. Kakuan, Zen’in 10 boğasında bilinçaltı zihnini ifade etmek için resim, bilinçaltı zihninden bilinç zihnine taşımak için şiir ve bilinç zihnini ifade etmek için mantıksal düzyazı kullanmıştır. Tarot kartları Joker/Budala’nın yolculuğundan bahseder.
Odysseus’un yolculuğunun anlatıldığı Odysseia, Dante’nin İlahi Komedya’sı ve hatta Gulliver’in Yolculuğu gibi birçok inisiyatif yolculuk hikâyesi bulunur. Mesela, İmam Gazali insandan Tanrı’ya, potansiyel insandan gerçek olana, olasılıktan gerçekliğe gidiş yolunu Nefs’in Yedi Kapısı ile anlatmıştır. Dünya’dan Zuhal yıldızına, yani yedi kat göğe Ay, Utarit, Zühre, Güneş, Merih, Müşteri yıldızlarından geçerek kavuşma hikâyesi yine yedi aşama ile anlatılmıştır.
Benzer bir yolculuk Hint vedalarında yedi Çakra (tekerlek) sistemi ile ifade edilmiştir. Bu çakralar ve hikâyeleri farklı yapılarda nesilden nesile taşınmıştır. Bunun yanında yedi beden kavramı da günümüze kadar taşınmıştır ve yedi beden üzerinde uygulanan farkındalık metotları hâlâ devam etmektedir. Tanımlanamayan gerçekliği, anlatılamayanı birçok farklı kültürde hikâye ve metaforlar işaret etmeye çalışmıştır. Birçok farklı gelenek bu döngüleri/çarkları insanı bilincine taşıyan evrimi destekleyici farklı metotlar geliştirmiştir, bu konuda sayısız hikâye ve destanlar anlatılmıştır.
Hikâyeler genelde ölümsüzlüğü arayışı ya da 10 boğa hikâyesindeki gibi boğanın yaşam enerjisini, potansiyelini, gücünü, sonsuz içsel gücü, bizi hayata getiren ve hayattan götüren anlaşılamayan enerjiyi, görünen ve bilinenin ötesini, gerçeği aramak/anlamak adına bilinçsizden bilince doğru yapılan yolculukları anlatır. Hikâyelerde bulunduğun yerin dışına çıkma, kendi gerçekliğine uzaklaşma baş gösterir. Bu, kaos ile yüzleşmektir. Düzenli olarak düşünülen yapay hayatının dışına çıkarsın, başka bir coğrafyaya, başka bir düzene girersin. Ve o düzlemden her şey farklı gözükmeye başlar. Ve bir noktada sorgulayan olarak hikâyede yer alan kahraman, sorgunun kendisi olarak hikâyeye devam eder ve gerçek nizamı sorgular.
Büyürken dinlediğimiz hikâyelerin kökenlerini araştırdığımızda çocukluğumuzun Pinokyo’suna, MS 100 yıllarında yazılmış İncil’de Jonah’ın (Yunus) balinanın karnında geçirdiği günlerin hikâyesinde; Nuh Tufanı’na, MÖ 4000 yılında kil tablet üzerine yazılmış ve sanırım ilk yolculukta inisiyasyon hikâyesi olan Gılgamış Destanı’nda rastlarız.
Mezopotamya’dan günümüze kadar parça parça taşınmış olan Gılgamış Destanı birçok döngüsel evrelere işaret eden daha sonra yazılmış olan destan ve hikâyeler için temel niteliktedir. Birçok psikiyatrist, filozof, mistik, sanatçı araştırmalarında bu destanın kökenlerinden faydalanmaktadır.
Bu yaşamsal döngüler çeşitli geleneklerde bilince doğru giden bir evrimin haritaları olarak kullanılmaktadır. Hakikat farklı kültürlerce çeşitli hikâye, destan, resim, şiir veya anlatılarla ifade edilmeye çalışılmış ancak bir taraftan da gerçeğin anlatılamayacağı/dillendirilemeyeceği de söylenmiştir. Piri Reis’in haritasından çeşit çeşit insan bilincini temsil eden haritalara, astroloji, Human Design, çakraların haritalarına kadar birçok haritada yaşamsal döngülerini okuyabilirsiniz. Astroloji, Human Design, Enneagram, I Ching gibi insan haritasını belirleyen sistemler de birçok hikâye/mit ve efsanenin bir araya toplanmasından oluşur ve bir nevi labirentler gibi dönüştürücü yolculuğun temsilcisidirler.
Birçok mistikten dönüştürücü haritaların yüzlerce farklı hikâyesini ve açılımını dinledim, okudum. Bunların arasında ünlü karikatürist Robert Crumb’un “ümitsizlik haritası” olarak nitelendirdiği The Weirdo Years isimli kitabında karikatürize ettiği harita da oldukça ilgimi çekti. İnsanın gerçek bir kırılma “breakthrough” yaşama noktasını koca bir harita içinde küçücük bir delik olarak gösteren Crumb, haritanın altına şu sözleri eklemiştir: “Bu haritanın amacı sizi hiçbir ümit olmadığının soğuk gerçekliği ile yüzleştirmektir. Çünkü bir defa bu gerçeklikle yüzleşirseniz hayata bambaşka bir açıdan yaklaşabilirsiniz. Artık kafanızı bulutlardan aşağıya indirir, mükemmel gelecek beklentisini bırakır, ânı yaşamaya başlarsınız. Bir ümit olmadığının idrakı sizi gerçek hayata daha önce hiç olmadığınız kadar güçlü geri döndürecektir. Hadii… bununla baş edebilirsiniz…” Özellikle 70-80’lerde hipi dönemlerindeki çılgınca arayışlara nükte eden Crumb’un aslında bu karikatürü bir yerde bu devirde de geçerliliğini korumakta, birçok kişisel gelişim adı altında önerilen uygulama ve kalabalık sözlerin içinde kendini göstermektedir. Crumb’un karikatürize edilmiş içsel dünya haritası yapısal olarak bana Hereford Mappa Mundis’i hatırlatıyor. Adeta tarih, zooloji, antropoloji ve teoloji çalışması olan Mappa Mundiler birçok seyyah ve evliyanın, mistiğin ilham aldığı derin ve insanlığı hâlâ sorgulatan ortaçağ haritalarıdır. Hereford Mappa Mundis’de farklı coğrafya ve medeniyetlerin birçok hikâyesini okuyabilirsiniz. Dünya çemberinin içini ve dışını kaplamış olan, zamanı ve ötesini vurgulayan hikâyeler gerçekten heyecan vericidir.
Bütünselliği olan hikâyeler aslında beden-zihin çarkının da göstericisidir; insanların beden-zihninde (fizyolojisinde, psikolojisinde, psişiğinde) yer etmiş, asırlardır kendisini yineleyen bir çarkın. Bir hikâyenin kişiyi şartlandırması da, tüm şartlanmışlıklardan uyandırması da aslında o hikâyenin doğru okumasındadır. Yüzeysellikle okunmuş veya özenilmiş kusursuz kahramanlık hikâyelerinin doğurduğu kendisini kusursuz sanan, kahramanlık personasına bürünmüş liderlerin insanlığa verdikleri zararlar ortadadır. Bu kısıtlı anlayış, tarihte de kendini tekrar eden bir çarka dönmüş, kendi içinde hikâyeleşmiştir.
Bir meta hikâyenin sadece canavarla savaşma bölümünü işleyen bilgisayar oyunlarının çocuklar ve gençlik üzerindeki etkisi psikolojide başlı başına bir alan oluşturmaya başladı. Süper kahramanların güç, kuvvet ve yenilmezlik gibi özellikleri ile özdeşleşip kırılganlıklarını, başarısızlıklarını, zaaflarını görmezden gelerek büyümek ve akabinde ya kendinde ya da mitleştirilen bir figürde/figürlerde bu mucizevi karakterin yaşadığına inanmak toplumsal gerçeklerimize çok uzak değil. Parçalara bölünmüş, ayrıştırılmış, ufak tefek bölümleri bilgisayar oyunlarına kadar konu olmuş olan meta hikâyelerini başından sonuna kadar doğru okuyarak zihnimizin şartlanmış katmanlarını, insana ait doğamızın coğrafyasını ziyaret edebiliriz. Böylesine bilinçli bir okuma yoluyla bölük pörçük duyduğumuz/okuduğumuz hikâyelerin bütünü ile tekrar ilişkilenebiliriz. Ve eğer hikâye doğru okunursa okuma bizi o hikâyenin ve hatta hikâyenin yansıması olan sanı dünyasının da dışına atar. Yani bir yerde içselleştirdiğimiz parça parça hikâyelerden de uyandırır.
Shakespeare’in ünlü Macbeth tiradında seslendirdiği gibi:
Hayat, sadece yürüyen bir gölge, zavallı bir oyuncu,
Sahnede kasılan, doyumsuz kendiliğiyle zamanını dolduran,
Ve o an artık sesi kesilen. Bir masal,
Anlatısı bir meczubun ağzından dökülen, ses ve öfke dolu,
Hiçbir anlama gelmeyen.
Bazı mistik yaklaşımlarda hikâyeler, hayatımızı yönlendiren hikâye/hikâyelere uyanmak için okunur. Okuyucuyu kendisini özdeşleştirdiği hikâyesinden uyandıran, sanı dünyasının (doksa) dışına çıkartan paradoksal hikâyeler birer metot olarak hizmet eder. Hikâye bir yere kadar okuyucuya yoldaşlık eder, bir yerden sonra okuyan ve okunan hayatın ele geçilmezliği ile baş başa kalır. Milattan önce yazılmış olan Gılgamış destanında görüldüğü gibi kimi hikayeler bizi bilincin alt evrelerine; bilinçaltına, kollektif bilinç altına ve hatta belki bilgelerin bahsettiği kozmik bilinç altına taşırlar. Ordan bilincin sağlıklı/üst evrelerini işaret ederler; zihin ötesi sükuneti, tüm bunları gözlemleyen ve farkında olan süper bilinci ve hatta belki tüm varoluşla birlik/hemhal olma halini. İçsel yolculuğumuzu sonlandırdığımızı zannettiğimiz noktada, tam da bilincin üst evrelerine yükselmek için geride bırakılması gereken başlangıç noktasına geldiğimizi gösterirler. Belki de bir yerde meta hikâyeler Anadolu’da yaşamış Sokrates öncesi dört filozofun (Miletli Thales, Miletli Anaksimenes, Ksenophon, Efesli Herakleitos) araştırmaya başladığı mitostan (mitlerden) logosa (gerçeğe) doğru yolculuğa eşlik eder. Her şeyin devamlı olarak değiştiği hikâyelerin içinden değişmeyene, sonsuz olana dokunmayı hedefler.
Hikâyeler doğru bir şekilde okunduktan sonra hikâyenin içinde kendi hayatımızdan kesitleri ayırt ederiz. Bu çok hassas bir süreçtir, bir nevi samanlıkta iğne aramak gibidir; kişiyi anlamaya, derin düşünceye, ibret almaya davet eder. Hikâyeleri okuyabiliriz, hikâyeleri anlatabiliriz; hikâyelerimizi okuyabiliriz, hikâyelerimizi anlatabiliriz; içsel dünyamızın harikalar diyarında bu hikayeler ile yolculuk edip, her köşesinde farklı bir mucize, farklı bir renk, farklı bir titreşim, yeni bir doku, apayrı bir tat ile karşılaşabiliriz. Daha sonra bir sorunun daha cevabını okumak ve üzerinde tefekkür etmek için tek başınalığımıza, çiçek açan sükunetimize, asıl mirasımıza, içsel gökyüzümüze döneriz:
“Hikâyem olmadan ben kimim?”
2018
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlar