MUTLULUĞUN PEŞİNDE

Yirmili yaşların başlarında üniversiteden döndüğümde çok da fazla irdelemeden beni hazır bekleyen bir aile şirketi projesinin içine dahil oldum. Genç yaşlarda verdiğim bu kararın bir ömür boyu devam edecek karmik bir bağa da ‘’evet’’ demek olduğunu göremedim. Bu kararı kayıtsızlıktan mı yoksa saygıdan mı vermiştim emin değilim. Kısa bir süre sonra sorgulamadan dahil olduğum bu sistemin çok da bana uygun olmadığını hissetmeye başladım. Bu his belki de kendime yakınlaşmak adına attığım, bir ömür boyu devam edecek, içsel yolculuğumun ilk adımıydı. İlk defa kendi içsel dünyamda, bir çok şeyin düşündüğüm veya kanıksadığımdan farklı izdüşümleri olduğuna karşı bir duyarlılık yaşamıştım. Çok küçük yaşlarda annemin gözlerim önünde yere yığılışına ve ölümüne şahit olmuştum. Babam çok başarılı bir iş adamıydı. Başarıdan başarıya koşan, tüm çevresi tarafından taktir gören, yüceltilen bir babanın evladı olmak, annemin kaybı ile birlikte tutunabileceğim tek dal olmuştu. Ben de onun gibi olmaya özeniyordum.  Ancak sınırı biraz aşmıştım; babam artık sadece ilham kaynağım değildi; tamamen güçlü bir babanın etkisi/yörüngesi altına girmiştim.  Bir de üstüne annem kısa zamanda hayatımızdan ayrılınca annenin yokluğunu tamamlamaya çalışan ‘’ Baba’nın prensesi’’ rolünü kolaylıkla ve büyük mutlulukla benimsemiştim. Babam kalabalık ve görkemli bir hayata sahipti. İşlerine, çevresine ve ailesine olan sadakatının ve fedakarlığına saygı duyuyordum. Ancak, benim onun etkisinden sıyrılmam gerektiğinin farkındaydım.  Hayatım dışardan o dönemlerde belki mükemmel gözüküyordu. Medyada yer alan fotoğraflarım, gençliğin verdiği güzellik, eğitim, kültür ve yer yer kaba ruhlu insanlarla çevrelenmiş olsam da görkemli gibi gözüken bir hayat. Ben ise bu görüntünün içinde devamlı kötü giden bir şeyler anlatma alışkanlığı edinmiştim. Sanırım sıradan bir insan gibi hissetmek için yersiz bir çaba sarfediyordum.  Baba tarafından olan ailem her bayram bir araya gelirdi. Bayramlarda toplandığımızda ailenin her konuda bir ‘’en’i’’ olurdu. En sempatik, en eğlenceli, en bonkör, en tembel, en güzel, en çapkın, en akıllı yeğen, kuzen, amca, yenge. Bende sıklıkla en okuyan, en aklı başında olan yeğen/kuzen olarak tanımlanırdım; en duyarlı, en komik, en cesur, en güzel, en fedakar gibi nitelikler/nicelikler diğer üyelere uygun görülürdü. Dedem ile babaannemin İstanbul’un Moda semtindeki evinde küçük bir oda vardı. En küçük amcamın odasıymış. Bu odada üst üste dizilmiş bir çok kitap, istiflenmiş bir çok evrak vardı. Odaya gider her bir kitabı elime alır, okumaya çalışır ve kendi özel kitaplığımın hayallerini kurardım. Üzerime iyi bir iş kadını, başarılı bir girişimci olacağıma dair çok büyük beklentiler yüklenmişti. En azından ben öyle hissediyordum. Benim yönümü değiştirmem ve içsel bir yolculuğa yönelmem belki ailem için ilk etapta tam bir hayal kırıklığı oldu. Zamanla bu ön yargı kırılmış olabilir. Ancak içsel bir yolculuğun değerini ve önemini çevrem anlayana kadar yapmış olduğum seçimin sevdiklerime yaşattığı hayal kırıklığının suçluluğu ile yaşamayı öğrenmek zorunda kaldım. İçsel yolculuğuma devam ederken aile karmam ve geçmiş kararlarım da bir yandan kader ağlarını örmeye devam etti. Tam bugüne kadar. İnsanları rahat ettirmek, çatışmalardan kaçınmak, ortama huzur getirmek, ihtiyaçları karşılamak çok küçük yaşlarda benimsediğim bir ilişki yolu olmuştu. Ancak, çok sonraları fark ettim ki bu tutumum insanlara iyi gelmiyordu. Bir çok insan benim tarafımdan rahat ettirilmek istemiyordu; hatta bu durumu içerliyorlardı. İçten saf ve uysal bir yapım vardı ve bunun sağlıklı bir ilişki kurmak için yeterli olduğunu sanıyordum. Ne de olsa diğerleri memnun gibi duruyordu. Başkalarını etkilemek için kendimi unutmuştum. Kendi doğal gereksinmelerimi bile dile getirmekte zorlanıyordum. Üniversite’den döndüğümde her genç kız gibi evlilik konuları kapımı çalmaya başladı, isteyenler, buluşmalar, görücü usulü tanıştırmalar; arkası kesilmiyordu. Bende içten içe evlilik kurumunu tam olarak kafama oturtamasam da, bir an evvel gerçekleştirmem gereken bir rüya olarak görüyordum. Bir gün bir dostum beni bir çok kadın gibi bu konuya açıklık getirmem üzere bir falcıya götürdü. Kadın kahin görünümü ve natüralist yaklaşımları ile gözümü boyamıştı; nerdeyse beni kendimden çekip almıştı. Bir an için onun gibi olmaya bile özendim ‘’Naturalist bir tanrıça’’ olmalıydım. Kahin bana en kısa zamanda çizme şekilli bir kara parçasında büyük bir kutlama ile evleneceğimi ve iki çocuğum olacağını söyledi. Ben o kara parçasını İtalya olarak yorumladım. Ancak yıllar geçti; eğitimlerim devam ediyordu, okumalarım devam ediyordu, girişimlerim devam ediyordu  ancak bu falcının ön gördüğü deneyim yaşanmadı. Benim de zaman içinde bu kadına dair hayranlığım soluk kaybetti. Bir daha asla natüralist bir kahin tanrıça olmaya özenmedim.

Babamın dini inançları güçlüydü, annemin de maneviyatı güçlüydü. Evimizde belli günlerde sabahlara kadar dualar edilir, namazlar kılınırdı. Ben de evimize gelen hocalara sorularımı sorardım. Kimi sorularıma tatmin edici cevaplar verilirdi, kimileri ise cevapsız kalırdı. Çok küçük yaşlarda, kadir gecesi sabaha kadar namaz kılanların ağaçlarla diyaloğa girebileceği söylenmişti. Bende üniversiteye gidene kadar kadir geceleri sabaha kadar namaz kıldım ve çocukluk dönemlerinde evimizin bahçesindeki ağaçlarla konuşmayı bekledim. Etrafımda sıklıkla derin ve gizemli kavramlarla konuşan insanlar olurdu. Çok sonraları bu diyalogların çoğunun ezber ve klişelere dayalı olduğunu anlamaya başladım. Sonra bu klişeler farklı farklı ortamlarda karşıma çıktı. Her seferinde yeni bir dil, yeni bir terminoloji, yeni bir gizem heyecanı yaşıyor daha sonra sadece alışageldiğim dil ve terminoloji olmadığını fark ediyor ancak konuşulanların yine de sıklıkla klişe ve ezbere dayalı olduğunu hissetmeye başlıyordum. Artık kelimelerin ötesinde söylenmeyenleri duymayı önemsemeye başlamıştım. Uzun yıllar sonra Japonya’da zen ustaları ile uzun vakitler geçiren bir dostum ‘’ben insanları dinliyorum ama kullandıkları kelimeler ile değil’’ demişti. ‘’Ben Japonya’da karından konuşmayı öğrendim. İnsanların karnını dinle, karın kelimelerle dile getirilenden çok daha fazlasını söyler’’ demişti. Zaman içinde bu karından konuşma ve karnı dinleme merakı aramızda bir oyuna döndü. Yıllar içinde kalabalık ortamlarda bir birimizle hiç konuşmadan sohbet ederek eğlenebilir olmuştuk. Hiç bir zaman bu oyunu ciddiyete döndürmedik. Masumiyeti ve eğlencesi de o sebeple hep baki kaldı.   Yine bir başka Tai-Chi ustası dostum ‘’İnsanların seçtikleri kelimler ve kullandıkları cümleler bana o kişilerin zihin haritaları, zihin yapılanmaları hakkında çok değerli bilgi verir, ki bu da bir insanı duymanın sadece ve sadece ilk katmanıdır’’ demişti.  

  

Hayatımı hakikat yolunda bir nevi arayış içinde geçirdiğimi düşünenlerin benimle karşılaştıklarında sordukları en öncelikli soru, “Yıllarca hakikat/gerçek peşinde koştun, peki mutluluğu yakaladın mı?” oldu. Hâlâ da en çok sorulan sorulardan birisi bu oluyor. Neden bu kadar sıklıkla bu tarz mutluluk arzusu ile dolu bir sorunun sorulduğunu anlayabiliyorum. Belki verilecek cevaplardan bir tanesi Arthur Schopenhauer’in bakış açısıdır: “Doğuştan gelen bir kusurumuz var: Hepimiz mutlu olmak için dünyaya geldiğimizi sanıyoruz. Bu kusurumuzu gidermedikçe dünya gözümüze çelişkilerle dolu bir yer olarak görünecektir. Çünkü her adımımızda, ister büyük ister küçük bir şey yapmış olalım, dünyanın ve insan hayatının mutlu bir yaşam sürdürmeye olanak verecek biçimde tasarlanmadığını anlayacağız. İşte bu yüzden bütün yaşlıların yüzlerinde aynı ifadeyi, yani düş kırıklığını görmek mümkündür…”


Kolay çözümler arayan “akıllı teknolojiler çağı insanı” olarak her ne kadar mutluluğu vaat eden oldukça çok sayıda ürünü/deneyimi tükettiysem de, sürdürülebilir mutluluğu taahhüt eden umut tacirlerini zengin ettiysem de ne yaparsam yapayım mutluluk hep uzakta bir yerde tam olarak ele geçmeyen, tam ele geçecekken kaçıp giden, hep arzularım aracılığı ile peşinden koştuğum bir kavram olarak kaldı. Arzularımın peşinden çok koştum ancak bu esnada hayatı kaçırdım. Arzularım, hırslarım olanın keyfini çıkarmama bir engel olarak hizmet etti. Mark Manson’un ustalık gerektiren Kafaya Takmama Sanatı kitabında dile getirdiği gibi daha pozitif deneyimi arzu etmenin kendisi negatif bir deneyim olduğundan olsa gerek bu şekilde hayal kırıklıklarım, mutlulukla aramda süregelen ve beni her daim aşağıya çeken avcı/av oyunlarım uzun yıllar devam etti.  Bir süre sonra katıldığım seminerlerde bana vaat edilen ya da öğretilen mutluluk kelimesinin acı çekerek, yaşam enerjisini bastırarak kısa süreyle elde edilebilen bir kavram olduğunu idrak ettim.  Aynı zamanda arzular ve ihtiyaçlar arasındaki farkı daha net algılamaya başladım. Arzular benim yaşamı kaçırmama sebep oluyordu. Olmayanı arzuluyordum. Yaşam oradaydı ama ben orada değildim. Arzukafamı geleceğe taktırıyordu ve ben burda olanı her defasında kaçırıyordum. Toplumun mutluluk olarak sunduğu görselleri/hayalleri elde etmek için kişinin kendi hayat enerjisine/gerçeğine karşı gelmesi, bir yerde acı çekmesi gerektiğini anladım. Mutluluk hayali kurdukça aslında hayalini kurduğum şey olmadığım ve mutluluğa sahip olmadığım gerçeğini güçlendirmekten daha öteye gidemedim. Mutluluğu arzu etmenin kendisinin ıstırap getirdiğini anlamaya başladım. Istırabın mutluluğun gölgesi olduğunu, ne kadar mutlu olmayı arzularsam o derece acı çektiğimi gözlemlemeye başladım.  Mutluluğa ulaşamadığım veya ulaşsam da kaybettiğim fikri ile mutsuzluğumu körüklediğim bir sarmalın içinde kayboldum. 


Bana tüm gençliğim boyunca empoze edilmeye çalışılan mutluluk anlayışı ağlayan bir çocuğa susması için verilen şekerlemenin kısa süreli etkisi gibi. Artık dünyada her nerede sürdürülebilir mutluluğu, mutlak başarıyı vaat eden bir ürün görsem, bu ürünün satıcısına, bu umut tacirine bir şekerleme satıcısına yaklaşır gibi yaklaşıyorum. Paramı temel bir ihtiyaca değil ama arzulanan (hatta arzulatılan) şekerlemeye harcamak istiyorsam ve bu vesile ile kısa süreli bir sevinç, duygusal tatmin yolu ile haz veya ümit hissi yaşamak istiyorsam ne âlâ (ki bu da gündelik hayatın içinde, bunlara da ihtiyaç olabilir)… ama  her çocuğun bir noktada (şekerleme dünyanın en lezzetli şekerlemesi de olsa) şekerlemeyi bitireceğini ve temel ihtiyacı giderilmediği için yine ağlayabileceğini, hatta büyük ihtimal daha bitmeden ağlayabileceğini de hep aklımın bir köşesinde tutuyorum. Belki de benim için bu basit gerçeği fark etmek, dayatılmış bir mutluluk kavramına inanmaktan hakikate bir adım daha yakınlaşmak oldu. Benim deneyimlerime göre farkındalık metotlarının hiçbirisi mutluluğu bulmak için uygulanmaz. İçsel yolculuk bir ‘’mutluluk’' arayışı değildir.  Gerçeğe yakınlaşmak isteyenlerin mutluluğu araması gerçeğin kendisi ile tezattır. İnsanın sadece kendi doğası ve çevresindekilerin doğası ile bile yüzleşmesi kaldırması oldukça ağır bir gerçektir. 


Tonglen Metodu 


Vermek ve almak anlamında kullanılan Tibet kelimesi “Tonglen” adında gerçekleşen metodu ilk denediğimde zihnim inanılmaz tepki vermişti. Metodun talimatları şöyleydi: Sakin bir şekilde otur, gözlerini kapat, gözlerinin önüne acı çeken veya sıkıntıda olan bir sevdiğini getir, nefes alırken onun acısını içine çek/kalbinde hisset, kalbinin bu acıyı dönüştürmesine izin ver, nefes verirken dostuna huzur gönder. Ve bu süreci defalarca tekrarla. Daha sonra gözlerin önüne acı çeken gruplar, topluluklar getirilerek bu sürece devam ediliyordu. Birisinin acısını bilinçli bir şekilde içime çekmek, kendimi de acıyla doldurmak mutluluğuma bir tehdit olarak gözüktüğü için olsa gerek zihinsel mekanizmamı sarsacak kadar radikal bir eylemdi benim için. Ancak bu metot uzun süre tekrarlandığında neredeyse içsel bir simya olarak tanımlanabilecek bir dönüşüm oluyor.  Acı kabullenildikçe (daha doğrusu reddedilmedikçe)  yavaş yavaş beden ve zihin üzerindeki etkisini yitiriyor, yerini doğal bir mevcudiyet, kabul, gönül imanı, gönül rahatlığı kaplıyor.  




Mutluluk gelen geçen bir duygu olarak hakikat/gerçeklik içinde barınıyor olabilir ve büyük ihtimalle ona  sevinç, memnuniyet veya haz denebilir ama toplumsal olarak yüklenmiş olan güzel bir ev, iyi bir iş, bol para, iyi bir araba, sonsuz refah şeklinde bir düzlemde dış dünyada sahip olunmaya çalışılanlarla iç dünyada ifade bulan mutluluk, memnuniyet kavramının hiçbir şekilde özdeşleştirilebileceğini düşünmüyorum.  

Artık biliyorum ki hayat  A’dan sonra B gelir şeklinde doğrusal bir mantıkla veya bir algoritma ile  formüle edilemez. Ama bir şekilde kendimi X’i elde edersem mutlu olurum, Y’yi elde edersem mutlu olurum gibi düz bir mantığa inanmaya ve o mantığın doğruluğunu kendi yaşantımızla ispat etmeye ve bizimle hemfikir olan insanlar bulmaya çalışıyordum. Ve hayat bu düz mantığı her seferinde akıl almaz bir ustalıkla çürütüyordu. Okulu bitir mutlu olacaksın deniyor; okulu bitiriyoruz, aradığımız coşkuyu onda bulamayıp bir sonraki adıma geçiyoruz. İyi bir kariyerim olsun o zaman mutlu olacağım diyoruz; uğraşıyoruz didiniyoruz, kariyer sahibi oluyoruz ve arzuyu ele geçirdiğimiz anda bazen kendimizi bu kadar uğraştığımız için aptal gibi bile hissediyoruz. Çünkü aradığımız coşku ve mutluluğun bunda da bulunmadığını anlıyoruz.  Bir evin olsun mutlu olursun deniyor, olmuyor. Evlen mutlu olursun deniyor, yine olmuyor. Daha fazla para kazan deniyor, yine olmuyor. Bir ideoloji/amaç peşinde koş deniyor, yine olmuyor.  Dünyevi iktidarda medet umuyorsun. Yukarı çıkıyorsun çekişme, nefret, duyarsızlık; aşağı iniyorsun baskı, sömürü, hor görme. Son dönemlerde spritüel mertebe, gereksizce ve zalimce terapilerle insan yüreğini kazmak/yaraları deşmek gibi yöntemler bile mutluluk adına verilen reçetelerin içine girdi. Ve mutluluk avı bu şekilde, havuç peşinde koşan tavşan gibi devam ediyor. Gerçek farkındalık yöntemlerinin hiçbirisinin bu avı desteklediğini görmedim, deneyimlemedim.

İçinde bulunduğum çevrelerde mutluluk çoğu zaman bir konsept olarak kullanılır. Bu sebeple  “mutluluk” da aşk, sevgi gibi soyut ve somut anlamlar yüklenerek kirletilmiş asla saydamlaşamamış kelimelerden birisidir. Zaman zaman bazı kelimelerin kirletilmiş anlamlarından, ağza düşmüş bir şekilde sağa sola savrulan hallerinden arınmaları için uzun bir süre, hatta belki ebediyen kullanımdan kalkmalarının, kullanılmalarından çok daha sağlıklı olabileceğini düşünürüm. Dikkat ettiğimizde herkesin mutluluk ile ilgili zihinsel, entelektüel bir fikri olduğunu görürüz. Dilbilimsel olarak ve felsefi terminolojide mutluluk terimi bir argüman olarak hâlâ tartışılmaktadır. Toplum içinde devamlı olarak yakalanmaya çalışılan ama bir türlü tam olarak ele geçirilemeyen bilinçsiz bir arzu olarak yerini korumaktadır. Ve büyük çoğunluğumuz hayatımızı mutluluk adı altında tanımlanmış bir kavram peşinde koşup mutsuzluk adı altında tanımlanmış bir kavramdan kaçmaya çalışarak geçirir, enerjimizi buna harcarız. 


Bir yerde belki de birçoğumuz bu çocukça taleplerden/arzulardan uyanma, olgunlaşma ve bu tarz hayali/peri masalvari beklentiler karşısında bir yetişkin gibi davranma ihtiyacını hissederiz. Adı ister ruhanilik olsun, ister para, başarı, ev, araba, sevgili, güzellik, gençlik, tekneler, prestij, ölümsüzlük, farkındalık veya spritüel mertebe olsun veya her ne olursa olsun bunların hepsinin sadece farazi bir perde gibi yaşam enerjimizin/kendi gerçekliğimizin önüne inen ve bir kavramı tatmin etmeye çalışan ürün haline dönüştüğü bir toplumda yaşıyoruz. Her ne kadar örnekleri destanlarda anlatılmış, filmlere konu olmuş, başarı ve ün kazananların ölüm anlarında dillerine dökülmüş, tarihte yüzlerce defa kendini tekrar etmiş olsa da yine de insanlık hâlâ bilinçsiz bir biçimde, çocukça bir veya birkaç şekerleme/arzu peşinde koşmaktan ve bu şekerlemelerin getireceğine inandığı ve kavramsal tanımı bile göreceli olan mutluluk adı verilen konseptin kölesi olunmuş bir hayatı yaşamaktan kendisini alıkoyamıyor.

İnsanların gerçek ve temel ihtiyaçlarına odaklanmak yerine enerjilerini arzularının peşinde koşarak tüketmeleri sonucu yaşanan tatminsizlik zaten genelde sıkça konuşuluyor. İnsanlık olarak açlık sorunu gibi toplumsal temel ihtiyaçlarımızı bile çözememişken, kendimizi daha sağlıklı, daha sevgi dolu, daha olgun birey yapabilecek ihtiyaçlarımızı gidermemişken, soluk alamıyorken, toplumsal olarak gelişemiyorken tamamen dayatılmış ve mutluluk vaat eden arzular peşinde enerjimizi ve yaşamımızı tüketiyoruz. Onlara ulaşmak için elimize geçen her şeyi, teknoloji de dahil, kötüye kullanabiliyoruz.  


Mutsuzluğu bir hastalık, bir kompleks, bir başarısızlık gibi gösteren dayatılmış mutluluk, başarı gibi kavramlar ve bu kavrama ulaştıracağını vaat eden ürünler dünyada ekonomiyi döndüren en büyük pazar haline geldi. Toplumumuzda mutluluk bir açıdan sadece ekonomik menfaatler uğruna kullanılan pazarlama tekniği olarak yer etmiştir. Mutluluk vaat eden hayallerin içine girdiğinizde genelde fark ettiğiniz tek gerçek, bu sahip olduğunuz hayalin de sizi mutlu etmediği ve ama yine de o mutluluk hissini yaşatamayan hayalin bile kaybetmekten korktuğunuz doğal/gerçek/size ait yaşam enerjinizi, spontane yaratıcılığınızı bastırdığıdır. Bu anlamda kullanılan mutluluk kavramı yaşı ilerlemiş ama kendi büyüyememiş bir çocuğa uyuması ve uykuda kalması için okunan peri masalıdır ve kişinin kendine yakınlaşmasının önünde ciddi bir engeldir. Pessoa’nın söylediği gibi: “Mutsuzluğunun farkında olmayan bunca insanın mutluluğu beni ürpertiyor.”


20’li yaşlarına kadar Fransa’da yaşamış bir genetik bilimci Matthieu Richard mutluluğu sorgulamaya başlayınca Fransa’daki yaşantısını bırakıp Hindistan’a ve oradan Himalayalara geçer. Hindistan’da Budizm okur ve 30 yaşında keşiş olur. Şimdi ise Nepal’de bir manastırda yaşıyor ve Dalai Lama’ya danışmanlık yapıyor. Wisconsin Üniversitesi nörologlarından Richard Davidson, uzun zamandır meditasyon yapanların zihnini görüntüleyebilmek üzerine bir çalışma başlatıyor. Bu çalışmada Matthieu Ricard’ın kafasına tam 256 elektrot yerleştiriliyor ve MR görüntülerine bakılıyor. Beynin sol pre-frontal beyin zarında değerler +0.3 ile -0.3 arasında olması gerekirken. Ricard’ın -0.45’in üzerinde olduğu saptanmış. Bu saptama mutluluk hormonunun gösterildiği alanların standartların üzerinde etkin ve büyük olduğunun göstergesiymiş. Bende merak edip Richard Mathieu’nun mutluluk üzerine yazdıklarına ve Dalai Lama’nın Mutluluk Sanatı kitabını bir süre baş ucu kitabı olarak benimsemiştim. 


Richard Matthieu’nun mutluluk ve huzur için önerilerinden bir kaçı; 


1) Dış dünyayı kontrol gücünüzün sınırlı, geçici ve hatta aldatıcı olduğunu kabul edin. İçinize bakmaya, orayı kontrol etmeye çalışın.


2) Mutluluğu yakalamak istiyorsanız, çaba harcamanız, gelişmeniz gerektiğini kabul edin. Hayat sipariş kataloğu değildir.


3) Öfkenizin farkına varırsanız, kendini besleyemez ve varlığını uzun süre sürdüremez, zamanla yok olur. Öfkenizin farkına varmayı alıştırma yaparak öğrenebilirsiniz. Zamanla öfkeye, grip kadar seyrek yakalanırsınız.


4) Keyif ile mutluluğu karıştırmayın, keyif insanı yorar, tüketir. Mutluluk öğrenilmesi gereken bir yetenektir. Her insanda bu potansiyel vardır.


5) Mutluluğu oluşturan, huzur ve tamamlanma hissidir. -Bilinçlilik yani bilinçli olma hali, bütün imgelerin kendi üzerinde ortaya çıkmasına izin veren bir ayna gibidir. Bilinçlilik saf kavramsal bir nitelik olduğu için, değişim için her zaman bir olasılık vardır. Bütün duygular geçicidir. Zihin eğitiminin temeli budur. 



Birçok kadim öğreti mutluluk ve mutsuzluğu birbirini tamamlayan iki kavram olarak sunar. Biri olmadan diğeri olamayacağını savunur. Ben de bu fikre ve hatta deneyime kendimi yakın hissediyorum. Zihinsel bağlamda aranan mutluluk kavramının olduğu her yerde mutsuzluk/acı kavramı da beraberinde geliyor. Budizm’in en temel gerçeği hayatın ıstırap dolu olduğudur. Eğer hakikat/gerçeklik ile yüzleşmek, hayatın gözlerinin içine bakmak istiyorsak bilincimizin kapılarını tüm reddettiğimiz duygular da dahil her duyguya açmalıyız. Kişinin reddettiği ve negatif olarak yorumladığı duyguları (bilinçdışı aciliyetleri yoksaymayı, kavga etmeyi) bırakmasının kendisi aslında oldukça yapıcı bir deneyimdir. Ve ancak bu içsel arayışta, belli anlarda mutluluk içsel bir deneyim olarak yaşanabilir. Alman filozof Arthur Schopenhauer bunu tek bir cümle ile çok güzel açıklamıştır: “Mutluluğu kendi içinde bulmak zor, ancak başka bir yerde bulmak imkânsızdır.”

Sevinç veya acı gibi duygular ile ilgili İranlı mistik Mevlana’nın şiirini hatırlatmak isterim. 


“Konuk Evi”  


Bu insanoğlu bir konuk evidir.

Her sabah yeni biri gelir.


Bir sevinç, bir bunalım, bir rezillik,

bazen bir an süren farkında olmak gelir

bir konuk gibi beklenmedik.


Onların hepsini karşılayın ve ağırlayın.

Bir kalabalığı olsalar bile kederlerin,

evinizi şiddetle süpüren

onu boşaltan döşemelerinden,

gene de her konuğa şerefle davranın.


O sizi boşaltıyor olabilir

birtakım yeni lezzetler için.


Karanlık düşünce, utanç, hainlik,

kapıda karşılayın onları gülerek

ve içeriye davet edin.


Minnet duyun kim gelirse gelsin,

çünkü onların her biri gönderilmiştir

bir kılavuz olarak

öteden.


Buda uzun yolculuğunun ve arayışının sonunda fark ettiklerini dile getirmiştir.  Istırap ve kaybın kaçınılmaz gerçekler olduğu ve bu gerçeklere karşı koymaktan vazgeçmemiz gerektiği mesajını vermiş ve öğretisini bunun etrafında kurmuştur. Birçok mistik ıstırabı hissetmenin kendisinin uyanışa sebep olduğunu dile getirir.

 

Çok az kişi kendisine hayat enerjisinden zevk alma izni verip samimi/bilinçli bir içsel yaşam deneyimi bedenselleştirmiştir. Doğu’da söylenen “İnsan asla kaybetmediğini aradığı, kendi nefesini tuttuğu için boğulur” sözleri belki de oldukça anlamlıdır. Mutluluk, sevgi, aşkın sadece deneyimlenebildiğini, ölçümlenemediğini, bir ayaklarının karanlıkta, bilinmeyende olduğunu ve yeniden keşfedildiklerini ve tekrar kaybedildiklerini, bunun yanında hiçbir zaman kendilerini tekrarlamadıklarını, “Hayatın anlamı harekettedir, hareket ile ulaşılan yerde değil”  ‘’ Mutluluk bir sonuç değil, bir yaşam biçimidir’’ sözlerini anlamaya başlamam uzun zamanımı aldı. Mutluluk arzusu olmayan ormanların, sahillerin, gökyüzünün, şakıyan kuşların, açan çiçeklerin, yağan yağmurun, uçan kelebeklerin varoluşu kutlamasına, olağan mutluluklarına şahit olmak için gözlerimin önünden çok pas silinmesi gerekti. Yaşamakta olduğum beklenmeyenlere gebe, bollukla, bereketle, hastalıkla, afetle, güneşle, filizlenmeyle, depremle, gelgitle, selle, yangınla, sel baskınlarıyla,  karşılaşmalarıyla, mucizeleriyle ve tüm bunların içinde gökyüzünde, bir ağaçta, bir çiçekte, bir tohumda, öten kuşların sesinde, esen rüzgarın zerafetinde,  Pessoa’nın bir şiirinde, Mirdad’ın kitabında, Alberto Giacometti ve Rembrandt’ın eserlerinde ve daha nicelerinde  kendisini gösteren ahengi, mutlak güzelliği ve ele geçmezliği ile varoluş beni her an şaşırtmaya devam ediyor. 


Oryantal felsefelerde Tao, Moksha, Nirvana ile bir olmakla bağdaştırılan mutluluk kavramı ise eylemle ulaşılabilen değil farkındalıkla deneyimlenebilen bir hal olarak anlatılır. Çevrende olan her şeyi Tao olarak kabul eden Taoizm, onunla bağlantıyı keşfetmeye te ve Tao ile gizli uyum içinde yaşamaya wu-wei adını vermiştir. Doğulu mistiklerin bireysel personadan Brahman’a geçiş olarak nitelendirdikleri yalıtılmış bir birey olarak değil ancak bir bütün olarak mevcudiyetin ve tüm özgürlüğünle mevcut olabilmenin anlamını anladıkça böylesine bir beden, zihin, kalp arasındaki derin uzlaşmanın tüm mutluluk tacirleri için nasıl bir isyan hareketi olduğunu ise hâlâ gülümseyerek izliyorum.   


Bir gün babaanneme sormuştum. ‘’Mutluluk nedir?’’ diye. Kendisi dindar bir insandı. Bana peygamberimiz ‘’ Mutluluk, içinde bulunduğun/olduğun halden memnun olmaktır’’ der demişti.  


Benim olanı kimse benden alamaz. 


Hırsız arkasında bıraktı:

Penceremdeki

Ay’ı

Ryokan







Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

HUMAN DESIGN

PRAG VE SİMYA

Kralların Şarap Bölgesi Burgonya’da Büyüleyici Bir Şarap ve Gastronomi Seyahati