DUYGUSAL FARKINDALIK

 “Bulutlara benzer duygular: turuncu, erguvan, beyaz. Bir rüzgâr sürükler hepsini. Bulutlara güven olmaz. Çiçeklere benzer duygular: Gönüllerde yıldız yıldız açılır, meyve olur, ağaç olur. Çiçeklere benzer duygular, kuytu bir bahçede açan çiçeklere. Gözyaşlarında kanatlanır yaprakları, kalbinin kanıyla şafaklaşır. Ağlayınca açar o çiçekler, gülünce solar. Kuşlara benzer duygular. Nereden gelirler bilinmez. Kâh çığlık çığlıktırlar, kâh sesleri işitilmez. Bağrında güneşler tutuşmuyorsa selamlayıp geçerler seni. Kuşlar soğuk iklimi sevmez.”

-Cemil Meriç, Jurnal 1


Farkındalık metotları gündelik yaşamımızda yaşadıklarımızla doğru orantılı olarak karşı karşıya geldiğimiz duyguları hissetmeye ve doğru yönetmeye odaklanır. Her an duygularımızı deneyimliyoruz. Güvenli ve korunaklı ortamda duygular dünyamıza  yakınlaşmamızı ve duygularımız üzerinde ustalaşmamızı destekleyen birçok metot bulunur. Kimi mistikler, spiritüel ustalar duygularımız ile barışmamak veya duygu dünyamıza yakın olmamanın, bizi kendimizden uzaklaştırdığını savunurlar.

Duygular dünyasının duayen yazarlarından Dostoyevski’nin “En büyük mutluluk, mutsuzluğun kaynağını bulmaktır” cümlesini okuduğumda bu cümlenin deneyimlediğim metotlarla ne kadar bağdaştığını düşünmüştüm. Farkındalık metotlarını kullanmaya başladıkça duygularla ilgili en büyük problemin, onlardan kurtulmaya çalışmak veya orda kamp kurmaya çalışmak olduğunu görmeye başladım. Psikolojik dünyamızda önemli rol oynayan, yaşamda diğer insanlarla olan ilişkimizde bize yol gösteren duyguları araştırmanın, tanımanın, onlarla yakınlık kurmanın, duyguların nasıl şekillendiğini, toplumsal olarak nasıl programlandığını,  psikolojik yapısını anlamanın en az okulda bireyin herhangi bir konuyu öğrenmesi (coğrafya, tarih, felsefe) kadar önemli olduğunu derinden hissediyorum. 

Duygusal zekayı destekleyen seminerlerde bireyin duygusal zekâsını ve empati düzeyini artıracak en önemli etkenlerden birisinin de kendi iç dünyasında yaşadığı duyguları fark edebilmesi, onlara mercek tutması ve o duygularla birlikte yaşamayı öğrenebilmesi ve aynı zamanda duyguların içinde sığınak aramaması olduğunu görürüz. Bu tarz eğitimlerde duyguların hareket halindeki enerjiler olduklarını, hem kendimizi savunmak için hem de temel ihtiyaçlarımızı karşılamak için bir yakıt olduğunu hatırlarız. Mesela öfkenin mücadele etmemizi, haklarımızı savunmamızı; korkunun kendimizi korumamızı, üzüntü ve göz yaşlarının arınmamızı desteklediğini hatırlar bu duygularla daha yakın/bilinçli bir ilişki kurmaya başlarız.  Benim öğrencilik dönemimde konu bile edilmeyen duyguların, içinde bulunduğumuz devirde duygusal farkındalık, duygusal zekâ, şefkat ve empati adı altında okul müfredat programlarına girmeye başlamış olması oldukça ümit verici.  Bu bağlamda her mahalleye bir psikoloğun atanması ve toplumun duygusal manada bilinçlendirilmesi, bastırılmış/ötelenmiş ıstıraplara ışık tutulması, insanlara öfke yönetimi uygulamaları yaptırılması, empati artırıcı metotlar öğretilmesi de birçok ülkenin ele aldığı hizmetler olmaya başladı. 


Empati yeteneği güçlenen, kendini bir diğerinin yerine koyabilen, bir diğerinin zihinsel yapılanması ile duruma bakabilen bireylerde hakkaniyet duygusu da kendiliğinden yeşerir.  Geçtiğimiz dönemlerde birkaç gazetede Kanadalı polislerin güne duygusal çalkantılarını izlemeye destek olacak bir meditatif metot kullanarak başladıklarının ve bu uygulamayı grup halinde yaptıklarının haberi çıkmıştı. Aynı uygulamalar birçok hastanede doktorlar için de başlamış. Özellikle doktorların ve polislerin yoğun duygusal dalgalanmalara maruz kalan bireyler olarak böyle destekler alıyor olabilmeleri çok umut verici. Daha önce de bahsettiğim Stanford Universitesi bünyesinde eğitimlerini sürdüren ‘’The Center For Compassion and Alturism Research and Education’’ bünyesinde katıldığım eğitimlerde meditatif farkındalıkla gelişen şefkat, empati ve bu nitelikteki eğitimlerin özellikle tıp alanında hizmet veren kurum çalışanları üzerindeki olumlu etkisinden sıklıkla bahsedilmişti. Yoğun duygusal dalgalanmalarda eğilim ya duyarsızlaşmaktan ya da reaktif olmaktan yanadır. Meditatif metotlar hem duyarlı kalmayı (ki bu empatiyi kaybetmeyi önler ve empati gücünü artırır) hem de reaktif olmamayı, yersiz bir şekilde ani korku odaklı içgüdüsel davranışlarda bulunmamayı önerir (ki bu da toplumsal yaşamın gerekliliğidir). 




Çatışmalar


“Hayatın bize çizdiği yol, özgürlük ve güzelliklerle dolu olabilir, ama biz bu yolu yitirdik. Hırs insanların ruhunu zehirledi, dünyayı bir nefret çemberine aldı. Hepimizi kaz adımlarıyla sefaletin ve savaşların içine sürükledi. Hızımızı artırdık, ama bunun tutsağı olduk. Bolluk getiren makineleşme bizi yoksul kıldı. Edindiğimiz bilgiler bizi menfaatperest yaptı, zekâmızı da katı ve acımasız... Çok düşünüyoruz, ama az hissediyoruz. Makineleşmeden çok insanlığa, zekâdan çok iyilik ve anlayışa ihtiyacımız var. İnsancıl değerlerimizi koruyamazsak hayat korkunç olur, hep yitiririz. Siz insanlar güçlüsünüz. Makineleri yapacak güç sizdedir. Bu hayatı olağanüstü bir mutluluk macerasına çevirecek olan yine sizlersiniz.”

Charlie Chaplin, Büyük Diktatör filmi


Son asırda dünyadaki çatışmalarda milyonlarca insan kaybettik. Savaşlardan dolayı yerinden yurdundan olan insan sayısı yine onlarca milyonu aştı. Kafaların kesildiği, insanların öldürüldüğü ortamların kahramanlık olarak empoze edildiği bir devirde yaşıyoruz. Belki ilkel çağlarda avına saldıran bir bireyi öldürmek kahramanlık olarak görülebiliyordu; şimdi yemek alacağımız paramıza saldıranı, paramızı çalanı öldürmeyebiliyoruz; yani biraz evrildik ama hâlâ farklı sebeplerden dolayı insan öldürmek bir şekilde kahramanlık olabiliyor. Her jenerasyonda savaşlar devam ediyor, insanlar birbiriyle geçinemiyor, ırkçılık/ayrımcılık bitmiyor, aile içinde bile çatışmadan uzak kalamıyoruz. Hepimiz gerek aile içinde gerekse büyük toplumlarda veya toplumlar arası düzeyde yaşanan her türlü çatışmanın öncelikli olarak derin korkulardan, bireylerin duygusal anlamda yeterince olgunlaşmamış olmasından ve bireylere toplumsal olarak yüklenen duygusal kodlamalardan ve kendi yaşadığı içsel çatışmalardan kaynaklanmasına seyirci oluyoruz. Duyguları yok saymak veya kırılganlıklarımızı fark etmemek, duygularımızı tanımamak, duygularımızı yönetmeyi bilmemek, kısaca duygusal cehalet yaşamak, cehaletlerin en tehlikelisidir. Bu sebeple içsel yolculukta insanlar sadece zihinsel değil aynı zamanda duygusal ve bedensel eğitimden de geçerler. Kırılmış olduğumuzu inkâr etmek, ıstırapları bastırmak, heyecanları yüceltmek, utançla gelen değersizlik hissimizi yok saymak veya hissettiğimiz duyguyu hemen etrafımızdakilerin üzerine boşaltmak, ani/fevri kararlar vermek ya da kurban zihniyeti ile ve/veya küskün yaşamak yerine bu duyguları anlamaya çalışmamız, içsel çatışmalarımızı fark etmemiz ve bedenimizin duygularla verdiği sinyalleri tanımamız duygusal farkındalıktır.  

Farkındalık metotları duygularımızı, içinde bütünleşip olgunlaşmamız gereken bir parçamız olarak görür ve bunun için bize araçlar sunar.  Her bir duygusal olguyu mesaj/çağrı  barındıran ulak olarak görür. Bu tecrübeler içsel gelişimimiz için yapı taşlarıdır. Ve kim olduğumuz, nasıl geliştiğimiz, hangi adımları attığımız büyük ölçüde duygularımızla da tanımlanır. Duygularımız gündelik yaşamımızda kendisini zihinsel düşünce, bedensel duyum ve davranışsallık olarak ifade eder. Hepimiz gün içerisinde zor, yıkıcı, patlayıcı duygular yaşayabiliriz. Ve bu duygular kendini bedenimiz vesilesi ile dışavurur. Bu duyguların değişime/dönüşüme vesile olması bireyin istekli olması ile mümkündür.  Duygusal dönüşüm içsel bir süreçtir, şekilsel değildir.  Duygusal dönüşüm  kaygı, acı, umutsuzluk, öfke, suçluluk, tiksinti, utanç gibi duygulardan bizi muaf tutmaz. Ancak, bu olgularla nasıl temas edeceğimize ışık tutar. Ağrılarımızın, sızılarımızın farkında olmayan, incinmelerimize duyarsızlıkla bakan bir gözün, duyguları inkâr eden bir dilin faydalı mı yoksa zararlı mı olduğu her zaman tartışma konusudur. 

İlişkilerimizde, evliliğimizde, aile içinde, iş hayatımızda duygusal dünyamıza karşı duyarlı olmak ve mevcudiyetimiz ile duygularımızı hissedip içlerinden sağlıklı bir şekilde geçmek için alana/zamana ihtiyacımız olabiliyor. Ancak çoğu zaman bu  ihtiyaca karşılık verilemiyor. Bir deneyimden başka deneyime, bir duygudan başka duyguya hızla, özümsemeden atlayarak her geçen gün duyarlılık kaybediliyor. Hayat o kadar hızlandı, yeni deneyim imkanları o kadar çoğaldı ki bütün bu çeşitliliğin içinde duyarsızlaşmak çok daha kolaylaştı. Yeni tatlar, yeni gezilecek mekanlar, yeni sevgi nesneleri tüketim odaklı bir yaşamda duyarsızlaşmak çok kolay.  Halbuki ihtiyaç olan alan/zaman ilişkisini deneyimlerimize, kendimize ve diğerlerine verdiğimiz oranda duygularımızın biyolojik sinyallerini duyar, değişime ve ilişkilerimizde büyümeye fırsat veririz. Dönüşüm ‘’Ne yaşıyorum, ne hissediyorum. Ne deneyimliyorum?’’ diye kendine sorarak başlar. Mistik okullarda  hayatta yaşananlar ve bu deneyimlerin beraberinde getirdiği duygusal olgular kendimizle olan ilişkinin aynası olarak görülür.  Kendimizle olan ilişki bireysel düzeyde olabilir, alt gruplar düzeyinde olabilir, büyük gruplar düzeyinde olabilir ve bütün dünya düzeyinde olabilir.


 Babasının Gurdjieff’e verdiği tek bir öğüt olduğu söylenir: “Öfkelendiğinde hemen yanıt verme, bir gün bekle.” Gurdjieff’in de bu öğütle beraber çoğu defa ertesi gün yanıt verecek bir şey olmadığını idrak ettiğini anlattığı söylenir. 

 

Mevcudiyet kaybı 

                                                             

İçsel yolculuğa hizmet eden gizem okullarında duygular üzerine yapılan çalışmalarda kolaylaştırıcılar genellikle hem akademik bir psikoloji geçmişine hem de mistik bir duyarlılığa sahipirler.  Katıldığım kimi duygusal farkındalık üzerine çalışılan grup terapilerinde, bireylerin duygularını yok saymasının, onlardan kaçmasının, reddetmesinin, ifade edilmemiş duyguların bilinçaltında saklanmasına ve hiç tahmin edilmeyen bir yerde veya bir şekilde agresif veya pasif agresif olarak sızmasına sebep olduğunu gözlemledim. Böyle bir yaklaşım mevcudiyet kaybı olarak kabul edilir. Böyle bir yaklaşım, farkındalık metotlarının araştırdığı, anda hissedilen mevcudiyetin aksine bir tutumdur.  Kimi mistikler duyguları enerji olarak tanımlarlar. Çözülmeyen ve ifade bulmayan enerjinin serbest kalmaya çalışacağını öne sürerler. Duyguların bastırılması ile saldırganlık üreten zihinlerin açığa çıktığına deneyimsel ortamlarda şahit oldum. Rahatsız edilen, hayal kırıklıkları ve ihanet yaşamış kişilerin kendilerini geri çektiklerini, kocaman bir utanç bulutu içinde değersizlik hissi ile kaybolduklarını, hayattan kopmuş olduğunu, zaman zaman yaşadıklarını inkâr ettiklerini gözlemledim. Yer yer kırgınlık ve kızgınlığı olgun bulmayıp, bu duyguları yargılayıp, bu duyguları yaşamamak adına daha çok terapi yapan insanlarla karşılaştım. Birçok çalışmada birçoğumuzun hayatın olumsuz deneyimleri ile baş edememiş asabi, karamsar, gücenik insanlar olduğumuzu gözlemledim. 

Katıldığım çalışmaların çoğunda başkalarına acı vermek yerine kendi acılarına sahip çıkan, ıstırabı yaymak yerine hissetmeyi öğrenen bireyler olmaya destek olacak metotlar paylaşılıyordu. Daha sonra anladım ki bu tarz olumsuz deneyimler bizlere büyüme için gerekli ivmeyi sağlar. Bu tecrübeler bizleri uyandırır. Emniyetli bir ortamda kendi üzerimizde çalışarak olgunlaşabileceğimizi bize gösterir. Defalarca bu duyguların gelişimimiz için hayati olduğunun, bastırmamız veya azaltmamız gerektiğinin söylendiğine şahit oldum. Defalarca  bastırılmış sesini özgür çığlıklarla ifade eden kadın ve erkeklerin yüzündeki aydınlanmaya, gözlerine geri gelen canlılığa izleyici oldum.  Birçok defa sağlıklı olarak hissedilen öfke, acı, coşku gibi duyguların birer yaratıcılık kaynağı olarak insanların hayatlarına dokunduğunu gözlemledim. Goethe’nin dile getirdiği gibi: “İnsan denen yaratık, duygularının izini farkındalıkla sürdürebildiği ölçüde var olan en hassas fiziki alettir.”


Savunma mekanizmaları


Yine katıldığım çalışmaların çoğunda savunma mekanizmaları, sevgi ile aramızda oluşturduğumuz bariyerler üzerine çalıştım.  Gelişimimiz boyunca ihtiyaç duyduğumuz ve hayatımız boyunca da kullanmaya devam edeceğimiz savunma mekanizmalarımızı anlamak ve tanımak üzerine birçok seminere katıldım.  Ve yapılan egzersizlerde savunma mekanizmaları sebebi ile kendime dokunmayı, kendimi hissetmeyi ötelediğimi, kendi gerçeğimin büyük bir kısmını ne kadar reddettiğimi fark ettim. Savunma mekanizmalarının, kalkanların farkına varmak samanlıkta iğne aramak gibidir. Artık bu mekanizmalar o kadar doğallaşmıştır ki sadece bir mekanizma olduğunu fark edemeyiz bile. 

Savunma mekanizmaları, çocukluktan itibaren hayata kalmak, kendimizi korumak/savunmak adına inşa ettiğimiz duvarlar, benliğimizin üstünü örttüğümüz örtülerdir.  Savunma mekanizmalarının yıkılmasını, örtümüzün üstümüzden kalkmasını birçok sebepten dolayı istemeyiz. Bunlar bir nevi bizim kimliğimizi oluşturmuşlardır. Ve yapılanmış olan kimliğimizi kaybetmemek, kaçmakta olduğumuz duygularımızı su yüzüne çıkarmamak adına ne gerekirse yaparız. Yargılamak, alay etmek, şaka yapmak, hayallere dalmak, suçlamak, dinlememek, çok konuşmak, devamlı gülümsemek, devamlı üzgün durmak, inkâr etmek, kurban rolü oynamak, bağırmak, kaçıp gitmek, küskünlük, kibir, bir fikirde ısrarcı olmak gibi eylemleri çoğunlukla birtakım duyguları hissetmekten korunmak için kalıplaşmış bir şekilde direnç olarak kullanırız. 

Savunma mekanizmalarımızı fark edebilmek için biraz zamana ve kendimizi güvende hissetmeye ihtiyacımız vardır. 

Kendini hissetmemek adına terapistine, kolaylaştırıcısına, öğretmenine, psikiyatristine sözel, duygusal, bazen fiziksel olarak saldıran çok kişi mevcut. Bunun yanında kolaylaştırıcısının veya eğitmeninin gitmek istediği yeri algılayıp oraya gitmiş gibi yapan, hüngür hüngür ağlarken, öfke ile duvarları yıkarken gerçek duygularından kaçmayı ve çevresindekileri de kandırmayı başarabilen çok insanla da karşılaştım, ki zaman zaman kendimi de bu şekilde davranırken yakaladığım oldu.  Hatta bir atölye çalışması esnasında bir eğitmen daha hazır olmadan ve kendimi emniyette hissetmeden beni çok zorlamıştı. Ben de beni anlamadığını, yanlış yaptığını söyleyerek eğitmeni suçlamaya başlamış ve eğitimden çıkmak istediğimi söylemiştim. Kendimi emniyette hissetmediğinden duygularımı hissetmeme yardımcı olacak metotların da elinden suçlama ve kaçma gibi savunma mekanizmaları ile kurtulmaya çalışmıştım. Daha sonra eğitmen kendi terimleri ile “içimdeki hayatta kalan, mücadele ederek kurtulan tarafım ile karşı karşıya geldiğini” dile getirmiş ve yeterince güvende hissetmeden beni kırılganlığıma açılmaya zorladığı için özür dilemişti. Eğitmenin bu samimiyeti bir anda bende bir güven hissi uyandırmıştı. Direncimin çözülmeye başladığını hissetmiştim. Bu süreç  bunca zaman beni hayatta tutan mücadeleci tarafımı sahiplenmeme ve aynı zamanda bazen yersiz kullandığım savunma mekanizmalarıma ufak da olsa ışık tutmama yardımcı olmuştu. Sadece bu mekanik tavırlara ve eylemlerime dur demek, sosyal maskelerimi çıkarmak yıllardır kaçtığım, savaştığım, direnç gösterdiğim, asla hissetmediğim birçok duygunun açığa çıkmasının ne derece önemli olduğunu anlamama yardımcı olmuştu.





Duyguları tanımlamak


Gündelik hayatımızda, etkileşimlerimizde ve eylemlerimizde  açığa çıkan duygularımıza farkındalık kazanmak için duyguyu doğru tanımlamak da önemli. Mistik okullarda, farkındalık seminerlerinde  duygusal beceriyi artırmak, duyguları doğru ifade edebilmek için birçok yöntem öğretilir.  Çoğu zaman duyguları tanımlamakta zorlanabiliriz. 

Transaksiyonel analiz korku, öfke, mutluluk (sevinç), üzüntü olmak üzere dört temel duygudan bahseder. Duyguların sınıflandırılmasında,  en önemli rollerden birisini Robert Plutchik oynamıştır. Plutchik, duyguları sekiz temel bölüme ayırmıştır: üzüntü, tiksinme, öfke, beklenti, neşe, kabul, korku ve şaşkınlık. Plutchik’e göre bu duygular birbiriyle karışarak ikincil duyguları oluşturabiliyor. Örneğin öfke ve beklenti buluşup agresifliği oluşturabiliyor. Bir diğer ilginç ve oldukça sofistike duygular grafiği de Dr. Gloria Wilcox tarafından hazırlanmıştır. 76 duygunun içine geçtiği bir gök kuşağını andıran grafiği her gördüğümde duyguların hayatı ne derece zenginleştirdiğini, ne derece renklendirdiğini düşünürüm.   

Doğu Londra Üniversitesi’nde çalışan Tim Lomas ise farklı dillerde olup İngilizce karşılığı bulunmayan ve duyguları ifade eden kelimeleri araştırmış. Pozitif Leksikografi Projesi ile birçok duygunun farklı dilllerdeki kullanımını listelemiş. Mesela, 'uitwaaien' Hollanda'da rüzgârlı bir havada yürümenin insanda ortaya çıkardığı canlılık hissi için kullanılan sözcük... 'Sisu' ise Fince 'olumsuzluk karşısında olağanüstü kararlılık göstermek' anlamına geliyor.

Gündelik yaşamımızda, etkileşimlerimizde ve eylemlerimizde açığa çıkan duygularımızı, hissettiklerimizi, iç dünyamızın çeşitliliğini ifade etmek için yeterince zengin bir dil kullanıyor muyuz?


Duyguların Anlatıcısı Olmak 


İşte iletişimin olmazsa olması duygusal farkındalık ve duygusal ifade konusunda yıllar içinde katıldığım farkındalık atölyelerinden esinlenerek oluşturduğum duygu ve duygu durumları lûgatım...

 

A

Acılı, Aciz, Afallamış, Aklını Kaçırmış, Alaycı, Aldatılmış, Anlaşılmış, Anlayışlı, Aldatılmış, Alıngan,  Alınmış, Asabi, Aşağılanmış, Azimli, Aksi, Avunmuş,  Azürde

B

Bağımlı, Bağımsız, Başarılı, Barışçıl, Bastırılmış, Başı Dönmüş, Barışsever, Bayağı, Beceriksiz, Beklenti İçinde, Bencil, Besleyen, Bezgin, Bıkkın, Biçare, Bitkin, Boğulmuş, Boyun Eğen, Budala, Bunalımlı, Büyüleyici

C

Canı Sıkılmış, Canlandırıcı, Cesareti Kırılmış, Cesur, Cezbedici, Coşkulu, Cüretkar

Ç

Çaresiz, Çılgın, Çıkarcı, Çökkün

D

Dalgın, Değerli, Dehşete Düşmüş, Dışlanmış, Dili Tutulmuş, Dingin, Dilhun, Duyarlı, Duygusuz, Duyulara Hitap Eden, Duyumsal, Düşmanca, Düşük, Düşünceli, Donmuş

E

Eğlenen, Ehemmiyetsiz, Eksik, Emin, Endişeli, Enerjik, Engellenmiş, Etkilenmiş, Evhamlı, Ezilmiş

F

Farkında, Faal, Farklı

G

Gergin, Gevşemiş, Göz Alıcı, Gözü Korkmuş, Gözüpek, Gururlu, Güçlü, Gülünç, Güvenen, Güvenli, Güvensiz

H

Hadbin, Hasedli, Hassas, Haset, Hayal Kırıklığına Uğramış, Hayrete Düşmüş, Hevesi Kırılmış, Heyecanlı, Hınçlı, Hırçın, Hırslı Hiddetli, Hoşnut, Huysuz, Huzurlu, Hüsran Dolu, Hüsrana Uğramış, Hissiz

İ

İhlal edilmiş, İdraki Yüksek, İğneliyici, İğrenmiş, İlgisiz, İnanan, İncinmiş, İntikamcı, İsyan Etmiş, İstekli, İrite, İtaatkar, İtibarlı, İtilmiş, İyimser, İzole

K

Kadir Bilen, Kalbi Kırık, Kafası Karışık, Kayda Değer Olmayan, Kaygılı, Kaygısız, Kayıtsız, Kederli, Kendinden Emin, Kendine Güvenen, Keyifli, Keyifsiz, Ket Vurulmuş, Kırık Dökük, Kibirli, Kırılgan, Kırılmış, Kırgın, Kıskanç, Kışkırtılmış, Kızdırılımış, Kızgın, Kindar, Korkmuş, Konforlu, Köpürmüş, Kösteklenmiş, Kudurmuş, Kuşkulu, Kuvvetli, Küçümsenmiş

L

Lakayıt

M

Mağrur, Mahcup, Mani Olunmuş, Meyus, Mecnun, Memnun, Merhametli, Memnuniyet İçinde, Memnuniyetsiz, Mesafeli, Minnettar, Morali Bozuk, Müstehzi, Müşfik, Müsterih, Munis, Müteşekkir

N

Nazik, Nedamet Getiren, Nefret Dolu, Neşeli, Noksan, Nüfuzlu

O

Onaylanmamış, Oyuncu, Oyuncul, Olumlu, Olumsuz

Ö

Önemli, Önemsiz, Öfkeli, Önemseyen, Özel, Özgüven Sahibi, Özgür

P

Pişman, Pasif, Pejmürde, Paniğe Kapılmış

R

Rahat, Rahatlamış, Rahatsız, Reddedilmiş, Rezil

S

Sabırsız, Sadık, Sakin, Saldırgan, Samimi, Sarkastik, Savunmacı, Savunmasız, Saygı Görmemiş, Sersemlemiş, Sevecen, Sevinçli, Sevgili, Sezişi Güçlü, Sıkılmış, Sinirli, Soğuk, Soyutlanmış, Suçlu

Ş

Şakacı, Şakrak, Şaşırmış, Şaşkın, Şaşkına Dönmüş, Şen, Şefkatli, Şok Olmuş, Şükran Dolu, Şüphe İçinde, Suçlu

T

Tatsız, Tecrit Edilmiş, Telaşlı, Terk Edilmiş, Tedirgin, Tutarsız, Temkinli, Tenkitçi, Tutkulu, Tiksinmiş

U

Utanmış, Uyanık, Uykulu, Umursamaz, Umutlu

Ü

Ümitleri Suya Düşmüş, Ümitli, Ürkek, Ürkmüş, Üzgün

V

Vefakar, Vicdan Azabı Çeken, Verici

Y

Yalnız, Yaralı, Yaratıcı, Yabancılaşmış, Yetersiz, Yetkin, Yetiştiren, Yorgun, Yoğun, Yıkılmış

Z

Zeyrek, Zorlanmış







“Zihnimiz, bedenimizin bilinçaltı”


Farkındalık metotları ve kadim teknikler duygusal farkındalığa oldukça uzun zamandır işaret ederken birçok antik kültürün kaynaklarında da insan psikolojisi üzerine Freud’dan önceki dönemlerde bile çalışıldığı ve hatta Ortaçağ’da Kahire, Şam, Bağdat gibi merkezlerde bulunan Müslüman hekimler tarafından bilimsel kaynaklı gelişmeler başlatılmış olduğu doğrulanmaktadır.  Beden/zihin psikoterapisinin öncülerinden Wilhelm Reich, çocuğun gelişim döneminde yaşadığı duygusal şartların ve bastırılmış duyguların kişinin bedeninde toplanıp beden yapısını ve görüntüsünü etkilediğini savunmuş ve beş Reich beden tiplemesini geliştirmiştir. Reich’la başlayan bu akım daha sonra “neo-reichen body work” adı altında devam etmiştir. Beden ve duygusal boşalıma önem veren bu çalışmalar duygusal farkındalığı desteklemek adına kullanılır. 

Duygusal yapılanma ile ortaya çıktığı öne sürülen beden tiplerini anlatan, tanıtan kitap ve uygulamalar duygusal gelişimi anlamak için ilginç kaynaklardır. Beden tipleri ile çalışan birçok eğitime katılma imkânım oldu. İyi bir kolaylaştırıcı veya uzmanın kişilerin beden yapısına bakarak çocukluklarında yaşadıkları büyük olayları, travmaları veya davranış kalıplarını tahmin edebildiklerini görmek oldukça şaşırtıcıydı.  

Wilhelm Reich’dan esinlenerek ortaya çıkan pulsation nefes terapisi de bedende birikmiş duyguların çözümü için ilginç bir yöntemdir. 

Birçok metot her insanın içinde şiddet duygusu, her insanın içinde bir canavar vardır, her insanın içinde uyuyan ve uyandığı takdirde zapt edilmesi zor bir ejderha vardır fikri ile çalışır.  Gurur, kibir, kin, nefret, öfke, şehvet gibi olgular bizi benliğimizden ayıran perde gibidir. Bu perde kalbimizi bir toz tabakası gibi kaplar.  Ancak tüm bu olguları hissederek/fark ederek kendi gerçekliğimize daha çok yakınlaşırız. 

Dünyaca tanınmış farmakolog Candace Pert, peptit adı verilen duygu taşıyan moleküllerin sürekli olarak beden ve beyin arasında çift yönlü bir yolculuk halinde olduklarını öne sürüyor. Pert’e göre peptit ulaştığı hücrenin yüzeyiyle iletişim kurarak hücreye sinyaller yolluyor ve çeşitli reaksiyonların başlamasına neden oluyor. Pert, bastırılmış duyguların ve başa çıkılamayan travmaların bedenin belli bölgelerinde depolanabileceğini ileri sürüyor. Pert’e göre bedenimizin bilinçaltı zihnimiz.

Bastırılmış duyguların ifadesi ile ilgili gördüğüm bazı uygulamalar, kimseyi rahatsız etmeyecek şekilde bağırmak, yüksek sesle şarkı söylemek, yastıklara vurmak, dans etmek, Uzakdoğu sporları yapmak, doğada yapılacak işler veya yazı, resimle ifade ederek öfkeyi sağlıklı bir şekilde yaratıcı bir eyleme dönüştürmek ve/veya gerek görülüyorsa derin nefes/neo reichen gibi dışavurum teknikleri uygulamak, fizyoloji ve anatomi eğitimi güçlü, tecrübeli uzmanlara derin doku, yeniden dengeleme masajı, akupunktur, kranyosakral tedavi yaptırmak (daha önce bahsettiğim üzere derin doku masajı gibi yöntemler vücutta depolanmış/bastırılmış öfke, acı, coşku gibi duygu birikimlerin detoksuna zaman zaman yardımcı olabiliyor) ve tabii ki en önemlisi  mesleki bilgisi olan ve tecrübeli uzmanlardan profesyonel bir destek almak. Bu yaklaşımlar duygunun üzerimizde yarattığı bilinçsiz motivasyonları fark edip bilinçli bir şekilde değiştirmeye de yardımcı olur. Bastırılmış öfkeye sahip çıkıp hakkı ile bir kum torbasına yumruk atarak tekrar bağlantıya geçeceğiniz saf gücünüzün uyanışının tadı ve hazzı gerçekten tatmin edicidir. Benim için en destekleyici yöntemlerden birisi resim terapi oldu. O an hissettiğim duygudan ivme alarak içimden geldiğince, istediğim rengi seçerek resim yapmak ve duygularımı soyut resimlerle ifade etmek beni her zaman kendime daha da yakınlaştırmıştır.   Kıskançlık ile sahip olmaya çalıştığımız bir iş pozisyonu derinden ve titizlikle kıskançlık duygusuna bakıldığı noktada dönüşebilir ve belki sahip olmaya motive olduğumuz pozisyonun gerçekte hiç de istemediğimiz bir şey olduğunu ya da belki de sahip olduğumuzda açığa çıkabilecek olan haz duygusunu bastırdığımızı bize fark ettirebilir. 



Duyguları dönüştürmek


“Korku doğurgandır; çocuğu da öfkedir ve öfke intikam ister.” 

-Stephen King


Öncelikli olarak duygularla özdeşleşmenin idrakına varacak sembolik ritüeller var. Bir nehre girip tüm acı ve ıstırapları nehre bırakmak; tüm acı/ıstırap gibi yük halinde taşınan duyguları yazıp her dili okuyabildiği/anlayabildiği öne sürülen ateşlerde yakmak gibi birçok uygulamaya ben de katıldım. Bu uygulamaları yaptığınızda yazdığınız veya suya bıraktığınız duygular kaybolmuyor. Ancak duyguların kendiniz olmadığını, ben olarak tanımladığınız kişi olmadığını görme ve tüm duygusal çalkantılara mesafeli bakma şansına sahip oluyorsunuz.  Mistikler, aynı çağımızın âlimleri/uzmanları/sanatçıları gibi duygusal zekânın, duygusal netliğin ve duygusal dönüşümün yaşanmadığı bir dünyanın sağlıklı bir yere varamayacağını öngörmüşlerdir. Duygusal farkındalık bir yerde duygusal sorumluluk demektir. Her bir bireyin yaşadığı duygusal dalgalanmaların sorumluluğunu alması demektir.  Sorumluluğunu aldığımız her duygunun bizleri faydalı dönüşümlere/yaratıcı çözümlere yöneltebileceği söylenir.

Duyguları fark etmek, bir biyolojik sinyal olarak duyguları dinlemek, bastırılmış duyguları uyandırabilmek ve duyguları başkalarının üzerine kusmak yerine sağlıklı bir şekilde dönüştürmeye yardımcı olacak metotlar geliştirilmiştir.

Bunlardan bir tanesi de Krishnamurti’nin yaklaşımıdır: “Öfkelendiğin zaman uzan ve öfkenin içinde kal. Öfkeden/duygudan kaçma, reddetme, öfkeyi değiştirmeye çalışma; sadece durağan bir şekilde öfkenin içinde bekle, öfkeyi izle. Öfkeyi anlamaya, tanımaya çalış.” Öfke/duygu gönüllü bir izleyicinin merceğinden gelip geçtiğinde geriye bambaşka bir insan bırakacaktır; öfkenin ziyareti durağan bir şekilde farkındalıkla izlendiğinde o insanı dönüştürecektir yaklaşımı başta Krishnamurti olmak üzere birçok mistiğin kullandığı metotlardan birisidir.  Ancak burada duygusal özdeşleşme ile izleyici olmak arasındaki farkı iyi anlamak gerekiyor. Duygusal özdeşleşme ile bir duygunun içinde uzun süre kalınca bedenin kimyası bile negatif duygularla değişebilir. Çok fazla acı, üzüntü içinde yaşayan insanların bedeninde sevinç, oyunculuk içinde yaşayanlara göre farklı kimyasal etkileşimler olduğu söylenir. Farkındalığın amacı hayırda veya negatifte olan veya evette veya pozitifte olan bedenlerle/duygularla özdeşleşmek değil hepsini dışarıdan bir gözlemci gibi izlemektir.  Kendimizi izleyen gözlemciye dokunduğumuz anda bedenin ve duyguların ustası haline gelir, bedenimizde ve duygusal dünyamızda olan biten her şeye bambaşka bir dinginlikten şahit oluruz. Ve ustalıkla izlediğimiz her duygunun ziyareti çok kısa sürecektir. Eğer uzun uzun bir duygunun içinde kalıyorsak bu, duyguyla özdeşleştiğimizin, duygusal bir sarmala girdiğimizin göstergesidir. 

Bazı farkındalık metotlarında ilk etapta hissettiğimizi düşündüğümüz duyguyu isimlendirmeye çalışmayı bırakır, fizyolojik izdüşümlerini izlemeye yöneliriz. Bedensel farkındalıkla bir duyguyu hemen etiketlemek/değerlendirmek yerine araştırma/inceleme şansına sahip oluruz. Duygularımıza eşlik eden bedensel duyumlar nelerdir, onu araştırırız.  Yani bir duygu yükselmeye başladığında o duyguyu “sıkıntı, kafa karışıklığı” gibi dilin belirleyiciliğinde kısıtlayıcı kavramlar ile tanımlamaktan ziyade “Bedenimde karın bölgemin ısındığını hissediyorum, hafif ellerim titriyor ve dilimi sıkıyorum” gibi bedensel farkındalığı da ekleyerek bir kavramın içinde kaybolmaktan kendimizi korur, aynı zamanda farklı terimlerin farklı insanlar için en azından fizyolojik olarak farklı anlamlara geldiğinin de idrakine erişebiliriz. Çoğu zaman bedende belki bir sıcaklık veya titreme olarak hissedebileceğimiz bir duygu bu titizlikle bedenimizde incelemeden etiketlendiği için bir anda yıllardır biriktirdiğimiz hikâye ve koşullanmalarla birlikte üstümüze hücum eder ve olduğundan çok daha dramatik bir hal alır. İşte tam da bu yüzden zihnin devreye girmesi ve hikâyelerin zihnimizde büyümesiyle o an bedenimizle olan ilişkimizi kesmeye çalışırız. Halbuki tam o anda sıkıntı/acı/utanç olarak etiketlediğimiz duygunun bedendeki izdüşümünü izlersek bu etiketleme ile beraber gelen birçok hikâyeden kurtulma şansına sahip olabiliriz. Dramadan uzaklaşıp gerçeklikle yakınlaşabiliriz. Yeri geldiğinde dışa vurarak, yeri geldiğinde zapt ederek kendimize tüm gerçekliği ve zenginliği ile duygu ve duyularımızı olduğu gibi yaşama şansı verebiliriz. 

Bu tarz teknikler beni çoğu zaman duyguların baş edilemez atağından, gücünü artırıp içinde kaybolmaktan korumuştur.  En ufak bir reddedilişte sarmal şeklinde çocukluktaki ilk reddedilme veya terk edilme travmasına kadar beni tetikleyip bir anda evrensel boyut kazanabilecek olan bir duygunun bedensel izdüşümünü izlediğimde, o duygunun karın ağrısının ötesine geçmeyen bedensel bir duyum olarak kaldığını sıklıkla gözlemlemişimdir.  

Ancak bazen sadece bu yeterli olmayabilir, özellikle yakın ilişki içinde olduğumuz kişilerle kendisini tekrarlayan olaylar yaşadığımızda. Bazı metotlarda öfkenin karşıtı olan şefkat duygusunu davet ederek öfkeyi dönüştürmek sorgulanır. Mesela benimde yıllarca eğitimlerine katıldığım, asistanlık yaptığım ünlü psikolog ve yazar Krishnananda Trobe, eşi Amana ile birlikte yönlendirdiği uygulamalarda   “aslında… neden” sorularını kullanarak kişiye öfkenin altında yatan bir diğer katmana (bir temel duyguya) dokundurmayı amaçlar. Bu eğitimlerde psikoloji kuramcısı Virgina Satir’in öne sürdüğü gibi öfke bir duygudan ziyade bir davranış olarak ele alınır. Bu yaklaşımda öfkeliyken öfkeli olduğunu fark etmek, bunun bedende oluşturduğu duyuları idrak etmek ve öfkeni toy/ham bir şekilde birisinin veya birilerinin üzerine abartarak kusmak yerine öfkeyi sahiplenmek/sorumluluğunu almak birinci adım olarak çalıştırılmaktadır. Kişinin kendi kendisine neden öfkeli olduğunu sorması duyguyu bir adım daha derinleştirecektir. Bu metot ile duygularımıza eşlik eden düşünceleri belirlemeye başlarız. Mesela “Öfkeliyim çünkü arkadaşım ihtiyacım olduğunda bana destek olmadı gibi bir neden araştırması, yaşanan olaya yüklenen anlamın saptanması bizi kendimize bir adım daha yaklaştıracaktır. Ancak bu aşamada hâlâ öfkemizle ustaca baş etmek yerine dışarıyı suçlama eğiliminde olabiliriz. Belki duygumuzla birlikte belirlediğimiz düşünce zincirleri bizi bir adım daha derinleştirecek ve belli bir ikincil duygunun altında yatan ana duyguya dokunmamızı sağlayacaktır.  Örneğin, “Arkadaşımın ihtiyacım olduğunda benim yanımda durmaması benim terk edilmişlik duygumu körüklüyor”  farkındalığı ile yalnızlık korkusuna dokunmak bizi daha da çok kendimize yaklaştıracaktır.  Bu adımda öfkenin altında saklanan dört temel duyguya (korkma, utanma, incinme, gücünü yitirme) mercek tutulur. 

Krishnananda ve Amana Trobe, ilişkilerde öncelikli katman olan duyguların farkındalığı üzerine içinde meditatif tekniklerin sıklıkla bahsedildiği uygulamalı kitaplar da yazmışlardır.  Ben bu eğitmenlerin çalışmalarına katıldığımda katılımcıların önerdikleri  teknikleri kullandıklarında  kendilerine yönelik sevgi ve şefkat duygularının kendiliğinden ortaya çıkmaya başladığına şahit oldum. Tüm bu aşamalar bireylerin duyguları ile sağlıklı bir şekilde çalışıp toplumun önüne, dostlarının yanına veya ailesine daha yumuşak, duygusal olarak net ve daha şefkatli çıkmasına destek oluyor.


Bir farklı uygulamada ise duygularla üç şekilde çalışabileceğimizin önermesi yapılmıştı. 

  1. Öncelikli olarak vücudunuza destek olun, vücut planlamanıza hakim olun yani; dengeli beslenin, düzenli spor yapın, fizyolojiniz ile duygusal dengenizi destekleyin. Düzenli egzersiz ve sağlıklı beslenme iyi bir ruh halini korumaya yardımcı olur. 
  2. Mevcut durumu değiştirin; yoğun duygusal dalgalanmaya sebep olan ortamdan uzaklaşın, çevrenizi değiştirin, bulunduğunuz odadan çıkıp yürüyüş yapın. Bunlar mümkün değilse çevrenizde farklı şeylere odaklanın. Yani farkındalığınızın ibresini farklı bir yöne çevirin. 
  3. Eski deneyimlerinize yönelik tahminlerinizi değiştirmek üzere çalışın. Yani bu sefer aynı duruma farklı bir davranış ile yanıt vermeye çalışın. Bu eylem gelecekte yapacağınız tahminlerin değişimine destek olacaktır. 


Aile travmaları/aile sırları


Mistik okullarda, farkındalık atölyelerinde yapılan uygulamalarda kişi aile sırları ve  taşıdıkları derin yas duygusu ile karşı karşıya gelebilir. Bazı aile sırları, aile içindeki işlevselsizlikler veya büyük hastalıklar, kazalar,  kayıplar akabinde ihtiyaç duyulan/ortaya çıkan yas sağlıklı bir şekilde tutulmadığında üzerimizde toksik utanç duyguları,  çok derin yaralar bırakabileceği söylenir. Bazı sırlar asırlar boyunca saklanmış, nesilden nesile taşınmıştır.  Bazen ebeveynler tüm iyi niyetlerine rağmen bilinçsizce kendilerinin aldığı suç ve utanç duygularını bizlere geçirebilir. Geçmişimiz kuvvetli bir şekilde şimdiki zamanı etkileyebilir. Geçmişimizden taşıdıklarımız duygularımızın kolayca tetiklenmesine neden olabilir. 

Robert Redford ile Barbara Streisand’ın başrollerini oynadığı Prince of Tides ve Manchester By The Sea  gibi filmler utanç ve yas üzerine derin meditasyon örnekleri olarak kullanılır. Her iki filmde de aile içinde yaşanan trajik olayları, işlevsel problemleri zamanında sağlıklı bir şekilde hazmedememek sonucunda duyarsızlaşmaya başlayan, duyuları ve yaşam coşkusu ile bağını kaybetmiş aile babalarının hayatlarına şahit oluruz. Prince of Tides bu kronik kederlenememe konusuna psikolojik bir çözüm araştırırken Manchaster By The Sea biraz daha doğaçlama olarak babanın yasını derinden hissettiği bir ortama izleyiciyi taşır. Her iki filmde de bir zamanlar yaşam enerjisi, coşkusu ile dolu olan bir erkeğin aile içinde yaşanan trajedik olaylar sonucunda keder/yas ile derinden barışıp onu hissetmeye izin verene kadarki kendilerine ve hayata yabancılaşmış, kaybolmuş halleri anlatılır. Aynı zamanda her iki filmde de ana karakterlerin etrafındaki diğer aile bireylerinin  kederlenme/yas ile nasıl baş ettiklerine/edemediklerine de şahit oluruz. Film boyunca yer yer bu duyguya yaklaşıp uzaklaşmalara, kederi hissetmemek uğruna korumak/kendinden kaçma yollarına, metotlarına (alaycılık, hafife alma, küstahlık, vs. gibi) şahitlik ederiz. Bireylerin derinden keder ve yası hissedemeden önceki duyarsızlıklarının, demir gibi soğuk ve sert yapılarının, şiddet ve küstahlığa olan eğilimlerinin kederlenme/yasla barışma sonucunda yumuşamasına, şefkate dönüşüm simyasına ve kendilerine yakınlaşmalarına her iki filmde de şahit oluruz. 

Katıldığım bir grup çalışmasında Jung’un “Tüm nevrozlarımız meşru ıstırabımızın ikameleridir.” ifadesinden bahsetmişlerdi. Yasın tutulması gerektiğinden  ve bunun acı veren bir süreç olduğunu dile getirmişlerdi. Akabinde, yas/kederlenmenin doğal süreçlerini sıralamışlardı. Bu süreçler  1) olay ve durumun yoksayıldığı inkâr, 2) olayın yaşandığının idrakı ile birlikte gelen “neden ben” sorgulaması, kızgınlık/öfke, 3) yaşanmış olanı hafifletmeye çalışan pazarlık süreci ve 4) yaşanmış olanın acısı ile birlikte gelen depresyon ve  son olarak 5) tüm gerçekliği ile olanı kabullenme olarak anlatılmıştı. Her iki film bu beş aşamanın getirdiği süreçleri yansıtmaktadır. 

Michael Beckwith’in çok güzel bir sözü vardır: “Her problemin ardında kendini sordurmaya çalışan bir soru vardır. Her sorunun ardında görünür olmaya çalışan bir cevap vardır. Her bir cevabın ardında, yapılması gereken bir hamle vardır. Her bir hamlenin ardında, doğmaya çalışan bir yaşam biçimi vardır.”

Bu gibi büyük travmaların, ağır kayıpların yaşanıp büyük sırların konuşulmadığı, ötekileştirildiği bir hayatın içinden hissetmeden/hissedemeden geçmiş olan kişilerin, duygularını ve çocukluk travmalarını bastırmış veya dondurmuş olanların profesyonel yardımla bu duygularla yakınlaşması, bu gömülü duyguları tüm katmanları ile hissetmesi, bedeninde biriktirdiği travmaları şifalandırması, boşaltması, gerek beden ile olan ilişkilerine gerekse duyu ve duyguları ile olan iletişimlerine destek olur. Uyuşmuş, donmuş, taşlaşmış duygulara ulaşmak ve bu duygularla çalışmak çok daha zordur. Hiçbir şey hissetmiyorum, ne hissetmem gerektiğini bilmiyorum, kafam karışık gibi yaklaşımlarla veya küskünlüklerle üstü örtülen kaygılar, korkular, acılar, güvenli bir ortamda profesyonel destek alınarak yas sürecinden geçildiğinde doğal olarak şifalanır, yası dönüştürme imkânı ortaya çıkabilir.  John Bradshaw Original Pain Work adlı kitabında “Yas içinde tüm duyguları barındırır,” diye öne sürer.  Bir yası nasıl karşıladığımız, nasıl içselleştirdiğimiz, nasıl yoğurduğumuz önemlidir. Belki de Mevlana’nın  “Hamdım, piştim, yandım” sözlerinin işaret ettiği yas/kederlenmeyi hisseden kişi kendini duygular gökkuşağına da tamamen açmış olur. Hayatta en önemli ve değerli ilişki kendimizle olan ilişkimizdir. O güçlenmedikçe, o ilişki sağlanmadıkça bir diğeri ile olan ilişki de çok daha yüzeysel kalacaktır.

Daha önce bahsettiğim gibi kimi mistikler duyguların aynı düşünceler gibi gelip geçici olduğu fikrini  savunmuşlardır. Bireyin, dikkatini verip derinlemesine incelerse, savaşmayı bırakıp bastırılmış duyguları üzerinde yeterince çalışır, yas ve travmalarını sahiplenir ve uzmanlardan gerekli desteği alırsa duygularla iyi ilişki kurabileceğini ve hemen tetiklenmek yerine duyguların gelip geçiciliğine sağlıklı bir şekilde olgunlukla şahit olabileceğini ve tam da bu şekilde yaşam dolabileceğini vurgulamışlardır. Bireyin duygularını yargısız ve şefkatle izledikçe robotik ve tepkisel davranışlara çekimlerinin azalacağını savunmuşlardır. Aynı bir enstrümanı tüm tonajları ve notaları ile çalabilmek gibi duygusal notalarının farkına varacak, tüm notaları ile insan olmak enstrümanını dinleyebilecek ve en  mükemmel şekilde tüm zengin sesleri ile çalabilecektir.  Duygularının ustası konumuna gelebilecek, tüm notaları ile duygularını kabul edecek, duyguları ne bastıracak ne de yüceltecek, kendisinin bile daha önce şahit olmadığı duygusal melodileri huzurla çalacaktır.  

Son dönemlerde beyin nörolojisi alanında yapılan bazı araştırmalar da bu kadim metotları destekler niteliktedir.  Bilimsel olarak da duyguların kendi başına bırakıldığında, yani bastırılmadığında veya desteklenmeyip sadece gözlemlendiğinde beş ila yirmi saniye içinde kaybolabileceğini öne süren araştırmalar var. Acı veren bir durumu defalarca düşünerek yirmi saniye içinde kendiliğinden yok olabilecek bir duygunun varlık süresini saatlere, hatta günlere veya yıllara genişletebiliriz. Budist yaklaşımın da söylediği gibi ıstırabın temel nedeni ıstıraba olan bağımız ve ıstıraba bağlı kalmamız. Eğer zihnimizi gelen bir duyguyu fizyolojik yansımasına duyarlı olmaya eğitirsek duyguları çok daha rahat özgür bırakabiliriz. Böylesine olgun, anlayış ve şefkat dolu bir yaklaşımda duygular bizimle ancak kısa bir süreliğine kalırlar.      

Bireylerin duygusal netlik yaşayabilmeleri, zihinsel netlik yaşamalarına ve hayatları ve ilişkileri ile ilgili sağlıklı kararlar almalarına yol açacaktır. 



Bütünsellik


Yer yer oryantal kültürlere, yer yer Batı’ya yaptığım seyahatlerim esnasında beden, zihin ve duygusal farkındalığı artırmaya yönelik metotları bilimsel ve/veya sanatsal bir yöntem olarak kullanan çok sayıda insanla tanıştım. Zaman zaman bu metotları doğal olarak içselleştirmiş sokak satıcıları, el ustaları, dansçılar, müzisyenlerden, metrolar, trenler ve otobüslerdeki beklenmedik karşılaşmalarımdan ilham aldım. Birçok insanın aynı dış dünyalarının sorumluluğunu aldıkları gibi kendi iç dünyalarının sorumluluğunu aldıklarını görmek de oldukça ümit verici oldu. 

Ancak yine de dünyada içsel dünyayı anlamaya önem verenlerin sayısının oldukça düşük olduğu konuşuluyor. Tarihin her ortamda, kültürde ve yapılanmada güç kavgaları, ekonomi, kıskançlık, hırs, dolandırıcılık, sahtekârlıklar, şiddet içerisinde, açgözlülüğün kendini tekrarlamaya devam ettiğini üzülerek gözlemliyoruz. 

Şu anda en büyük kaygılardan birisi bilim ve teknolojinin gelişimi. Teknolojinin ilerlemesi ile birlikte her şey çok hızlandı.  İnsanlık sınırsız güçlere erişiyor. Ancak insanlığın bilinç düzeyinin bu ele geçirdiği güc ile baş edemeyecek kadar ilkel olduğu da, duygusal dünyasının hala karanlık çağı yaşadığı da konuşuluyor. Bu konuda dünyanın her yerinde çok sayıda sempozyum, panel, söyleşiye katıldım.  3D yazdırıcılardan yazdırılabilecek olan silahların denetimi ile ilgili sorunlar toplumsal gündemin bir parçası oldu bile. Çocukları şiddete yönelten, bilinçsizce içgüdüsel dünyalarında sürükleyen bilgisayar oyunlarının sayısı her geçen gün daha çok artıyor. Kendim de bizzat Second Life adlı sanal bir dünyada interaktif ortamda sanal bir hayat kurmaya fırsat veren bir bilgisayar oyununda oldukça uzun zaman geçirdim, sanal bir hayat yaşadım. Kendim de dahil birçok kişinin bilgisayar ekranı arkasında nasıl kendisine yabancılaştığına, nasıl bir diğerine karşı duyarsızlaştığına tekrar tekrar şahit oldum. Gün geçtikçe hayatımızın büyük bir parçası olan sanal ortamların farkındalığı düşük ve kendine yabancı bireyler tarafından kullanılmasının tehlikesini birinci elden yaşadım. Bu bağlamda belki de Yale Üniversitesi eski dekanlarından çevre hukukçusu Gus Speth’in sözleri daha fazla önem kazanmakta: “Ben çevresel problemlerin biyo-çeşitliliğin azalması, eko-sistemin çöküşü ve iklim değişikliği olduğunu düşünüyordum. 30 sene içinde iyi bir bilimsel yaklaşımla bu sorunların çözülebileceğine inanıyordum. Ama yanılmışım. En büyük çevresel sorunlar bencillik, hırs, açgözlülük, duygusuzluk ve umursamazlık… ve bunlarla baş etmek için ruhsal (spritüel) ve kültürel dönüşüme ihtiyacımız var ve biz bilim insanları bunun nasıl yapılacağını bilmiyoruz.” 

Benim de yolculuğum belki biraz kendi adıma bu makro soruna mikro düzeyde ışık tutmaya çalışarak devam etti. Farklı öğretilerde, farklı kültürlerde, oryantalist ve modern tekniklerinde hep kendim için bu ve benzeri soruların cevaplarını aradım.


Bedensel, zihinsel ve duygusal farkındalığımız, duygu ve duyularımızla olan ilişkimiz arttıkça mevcudiyetimizi hissetmeye başlarız. Mevcudiyet derin bir kabul etme niteliği ile gelir. Mevcudiyet güven tohumları ile yeşeren bahçemizdir. Bahçemizi tüm enkazı, ihtiyaçları ve güzelliği ile görme ve kucaklama, doğamızın bütününü bilgelikle kullanma yetimizdir.  Bilgeler bize bütün enerjimizi kullanmayı öğretir. Kendi iç dünyamızda kötü veya iyi diye ayrıştırmadan ahenk yaratmayı öğretirler. Ateş yakıcı/yıkıcı da olabilir, yaratıcı da. Zehir ilaç olabilir. Bilgeler bize tüm enerjiyi yaratıcı biçimde kullanmayı öğretirler. Bedensel, zihinsel ve duygusal farkındalığımız, kendi kendimize olan en büyük sorumluluğumuzdur. Ve her şeyden önce gelmelidir. Bu derece bütünsel bir farkındalık, değişim, gelişim, daha yüksek seviyelerde bilinçlilik için temel gereksinimimizdir.   

Bütünsellik hayatın bize sadece düşüncelerimizle,  zihinle, duygularla değil, aynı zamanda bütün hepsinin arasındaki boşluklarla dokunmasına izin vermektir. Farkındalık bütün olma yolunda özgürleşmektir. Bir taraftan özgürüzdür, bir taraftan hayatın/bilinmeyenin/bilinemeyenin/gizemin içimize nüfuz etmesi için teslimiyetteyizdir. Bütün varlığımızla oradayızdır. Aynı bir müziğin tekniğini bir kenara bırakıp içimize işlemesine izin vermek, kendimizin aradan çekilip tamamen müziğin var olmasına tanıklık etmek, dans ederken müzikle bütünleşmek gibi edilgen bir alıcı oluruz, ama aynı zamanda değerleri ve eylemleri uyum içinde olan, yön ve amaçlarının rengini otantik bütünlüğü ile belirleyen etkin bir eylemciyizdir. Bütünselliğimizde etkinlik ve edilgenlik iç içe geçmiştir. Kendimizle ve öteki ile bağlantı içindeyizdir. Biz hayata dokunuruz ve hayat bize dokunur. 


Lao-Tzu’nun söylediği gibi: “Başkasını bilen bilgi edinir, kendini bilen aydınlanır.’’


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

HUMAN DESIGN

PRAG VE SİMYA

Kralların Şarap Bölgesi Burgonya’da Büyüleyici Bir Şarap ve Gastronomi Seyahati