OTORİTENİN EL DEĞİŞTİRMESİ
Human Design-İnsan Tasarımı adı altında aldığım ilk seansta okuma yapan kişi sürekli olarak “Otoriteni eline al, otoriteni geri al…” gibi ibareler kullanmıştı. Okuma yapan kişi bu sözlerle hayatım boyunca duyduğum ve içselleştirdiğim sesler/fikirlerle içsel gerçekliğimin çatışmasına ve bu durumun yarattığı nevrotik duruma ışık tutmuştu. “Kendini sev,” demişti. “İç sesine güven,” demişti. “Bu içindeki çatışmayı bırak,” demişti. Uzun bir süre ne demek istediğini anlayamadım. Bu bağlamda bana bedenimi, kendi “evet”, “hayır”ımı dinlemek için stratejiler göstermişti. “Bedenin sıkışınca dikkat et, bedenini genişleten, içini rahatlatan eylemlerde bulun,” demişti. Yıllar içinde “otoriteni geri al” cümlesi bende birçok açılım yarattı. Ben genel olarak eylemlerimi, fikirlerimi, hatta deneyimlediklerimi bile onaylamak, belki o noktaya bile gelmeden bir deneyim, fikir veya eylemin oluşabilmesinde feyzalmak için dışsal otoriter bir dayatmaya ihtiyaç duyardım. Bu bana son derece doğal gelirdi ve çevremde de birçok kişi böyle davranıyordu.
Daha sonra katıldığım atölye çalışmalarında ışık tutulan konulardan birisi de bebeklikten itibaren biyolojik gelişim için ihtiyaç duyduğumuz ailemizin, yaşımız ilerledikçe ihtiyaç duymadığımız birçok konu için de bir otorite figürü olarak var olmaya devam etmesiydi. Bir süre sonra ailemizin sağlıklı otoritesi ile zihnimizde yer etmiş otoriter dayatmaları karıştırmaya başlarız. Zaman içerisinde otoriteye olan ihtiyacımızı kitaplara, öğretmenlere, siyasetçilere, bilime veya değer verdiğimiz kişilere, yer yer sevgilimize, eşimize bile yansıtır, onların fikirleri, onayları, görüşleri olmadan bir şey yapamaz hale gelir, bir fikre sahip olmayan bireyler olarak yaşarız. Özellikle de korku ile büyütülmüş bireyler olarak varlığımız için dışsal otoriter dayatmaya ihtiyaç duymaya devam ederiz. Dış otoritelerden korkulduğu için alınan eylemlerin bilinçsiz uygulayıcıları oluruz. Çocukken bağrıldığı için yediğimiz yemek, dövüldüğümüz için yaptığımız ders yetişkin eylemlerimizin izdüşümleri haline gelir; birileri kızmasın, ayıplamasın, cezalandırmasın, dışlamasın diye dış otoritenin etkisi ile kararlar veririz.
Kendi içsel otoritemi uzun süre yok saymıştım. Geçmişten, tarihten, geleneklerden, kadim bilgilerden feyz almak, deneyimli kişileri ve büyükleri dinlemek, buluşmalara ve öğrenmeye kendimi açık tutmak ve bunların beni zenginleştirmesine izin vermek önemliydi. Ancak içsel otoritemi kaybetmemek, iç sesimle, içsel sezgim ile bağlantıda kalabilmek ve yer yer oluşan iç ses-dış ses çatışmasının içinde ahengi yakalamak da aslında bir anlamda kendime yakınlaşmaktı.
Seminerlerde fikirlerine, emeğine, deneyimlerine değer verdiğimiz bir ses ile otoriter dayatmanın farkını ayırt edebilmenin önemi sıklıkla vurgulanır. Ebeveynlerimizden içselleştirdiğimiz “melisin-malısın” ekleri ile devam eden cümleler vurgulanır. Dış ve iç doğamızı bastırmak ve/veya değersizleştirmek ve onun yerine kendimizi belli insanlar, kurallar ve normlarla özdeşleştirmek baskısından uzaklaştırabilmeliyiz. Bu bağlamda kimi atölye çalışmalarında içselleştirdiğimiz sesleri temsil etmesi için insanlar seçeriz. Bu insanlar etrafımızda bizlere iç seslerimiz gibi konuşurlar, hatta bazen bağırırlar. İçselleştirdiğimiz ve zihnimizde bizlere fısıldayan seslerin nasıl tesir ettiğini hissedebilmek için oldukça etkili egzersizlerdir.
Walter Kaufmann yazdığı Without Guilt and Justice: From Decidophobia to Autonomy-Suçluluk ve Adalet Olmadan: Karar Verme Fobisinden (decidophobia) Otonomiye (bağımsız karar verme) adlı kitabında bireylerin karar verme korkusundan bahsetmiştir. Bu bağlamda iki tip insandan söz etmiş: 1) Diğerlerinin kendisi için karar vermesine izin verenler. 2) Hiç karar vermeden oradan oraya çürük bir tahta gibi sürüklenenler.
Bir toplumda algı, fikirler, kurallar sadece filmler, reklamlar, haberler, öğretmenler, yazılan kitaplar, sanatçılar, siyasetçiler ile genellemeye vuruldukça değişebiliyor. Halbuki bu değişikliğin bir sürü psikolojisi ile toplumsal bir akımı takip ederek, bir gruba veya sınıfa bağlı olmaya çalışarak ya da otoriter dayatma zoru ile değil ama bireysel olarak, kendi içsel otoritemizin sesini dinleyerek gelişebilmesini güçlendirmek adına tasarlanmış birçok farkındalık metodu var.
Söylediğim gibi son dönemlerde gündemde olan ve yeni bir farkındalık aracı olarak sunulan İnsan Tasarımı’nın (Human Design) en güçlü sloganlarından birisi “Kendi Otoriteni Eline Al”dır. Dışsal şartlanmaların ve otoriter baskının zihin kontrolü ile yapılandığını söyleyen bu tip yaklaşımlar karar mekanizmasını zihnin ötesinde sorgular. Aslında bir yerde astroloji de dışsal birçok etkinin farkına vararak bireysel otorite ile karar verme mekanizmasını güçlendirir. Her ne kadar doğruluğu bilimsel çevrelerce kabul edilmese ve tartışmalar doğal olarak devam etse de astroloji, I Ching, Human Design gibi sistemlerin paylaştığı insan psikolojisine ait yoğun bilgiye odaklanmak oldukça öğreticidir. Ancak dikkat edilmezse bu yöntemler bile birer dışsal otoriteye dönüşebilir, hayatımızın karar alma sorumluluğunu doğruluğundan yüzde yüz bile emin olmadığımız bir öğretiye atma eğilimi gösterebiliriz.
Aidiyet ihtiyacı
Benzer bir eğilim bizi bizden daha iyi tanıdığına inandığımız bir organizasyon veya cemiyete dahil olma/ait olma ihtiyacı hissettiğimizde de ortaya çıkar. Bu tarz ideolojik varsayımlarla hareket eden ortamlarda çok bulundum. Bu ortamlar birer dış otoriteye dönüşebiliyor. Bazen kişi kendisini belli bir cemiyete adapte etmeye çalışırken kendi iç sesini kaybedebiliyor. Ağırlıklı olarak sağlıksız bireylerden oluşmuş olan bir topluluğa adapte olmaya çalışmanın sağlıklı bir eylem olabileceği yanılgısına düşebiliyor.
Genellikle böyle bir ortama yeni girdiğinizde eskiler her şeyi sizden daha iyi bildiklerine inanıyorlardır ve sizi bir hamur gibi yoğurmak isterler. Ve kendinizi aidiyet uğruna bir anda varsayımlarla şekillenmiş ve o varsayımları için onay ve güç arayan grupların içinde bulursunuz. Hatta ‘’New Age’’ Yeni Çağ akımı adı altında politik, ekonomik kaygılarla kurgulanmış yapılarda şuursuzca sürüklenebilirsiniz.
Aslında içten içe grubun söylediklerinin kendi deneyimlerim olmadığını bildiğim, tamamen dogmatik ideolojilerle hemfikir olduğumun farkında olduğum halde yine de sorumluluk almamak ve bir yere ait olmak adına uzun süreler bu gibi ortamlarda zaman geçirdiğim olmuştur. Bazen bu gruplar bize çocukluk evimizi hatırlatır. Başta bir otorite vardır ve siz o otoritenin kurduğu yapıya sadık kaldıkça sevildiğinizi ve ait olduğunuzu hissedersiniz. Bu grupların farklı versiyonları ile irili ufaklı okul hayatında, cemiyet hayatında, sanatta, dans ortamlarında, şirketlerde, akademik platformlarda, sporda, spritüellikte karşılaşmak mümkündür. Bu tarz ortamların içine girip çıktıkça grup dinamiklerinin benzer, kullanılan dilin birbirine yakın, sadece terminolojilerin farklı olduğunu görürsünüz. Aslında burada kişilere ve kendime derinden baktığımda amacın grubun varsayımlarına inanmak ve varsayımları hakikat olarak görmekten ziyade, sorumluluk almaktan kaçmak ve derinde sevilme ve aidiyet ihtiyaçlarını doyurmak olduğunu düşünüyorum. Bazen grubun/organizasyonun/derneğin varsayımları o kadar benimsenir ki grup dışındakilere bile bu varsayımlar/ideolojiler onaylatılmaya çalışılır. Her ne kadar bu varsayımların ne bizi ne onaylayanı ne de onaylamayanı varoluşu ile ilişkiye geçirmekten alıkoyan dogmatik bilgiler olduğunu bilsek de bu oyunu oynamaya, grup dinamikleri içinde gün geçtikçe kaybolmaya devam ederiz. Oyunda hiçbir şey bize ait değildir, orijinal değildir. Sonradan edinilmiş, deneyimlenmemiş zihinsel bir bilgi bizi ele geçirmiştir. Bilmediğinizi kendinize itiraf etmektense bir şeye inanmak konfor alanında kalabilmek için idealdir. Bir gruba ait olduğumuzda hem sosyal olarak bir yer ediniriz, hem de basitçe bir şeye inandığımız için sahte bir güven ve değerlilik hissi ile dolarız.
Zygmunt Bauman, yazdığı Community-Cemaatler kitabında “İnsanlar neden bir cemaatin parçası olmak ister?” sorusuna “Hiçbir zaman tam olarak elde edemeyecekleri güvenceye ulaşmak için,” cevabını vermiştir. Kendi bireysel deneyiminin bilinmezliği içinde kalmaktansa körü körüne varsayımlara bağlanmak ve bağlandığın varsayımlarla hemfikir olan insanlarla çevrelenmek daha güven vericidir. İnsan bireysel deneyimini ifade etmekte zorlanır çünkü deneyimler hep bilinmeyen, gizemli alanlara dokunur. Ancak bir varsayımla körü körüne hemfikir olduğumuzda onu savunmak daha kolaydır. Çünkü varsayımı öne süren biz değilizdir. Sadece öne sürülmüş bir varsayıma inanmayı tercih ederiz. Ve bir defa inandık mı şüphe de duymaz, körü körüne yolumuza devam ederiz. Bunun yanında varsayıma inanmayanlar olduğunda da hemen gider inananların yanına sığınır ve kendimizi yeniden güvende hissederiz. Bazen ailemizi bir tarafa bırakır ve bir öğretmen, bir liderin peşinden gidebiliriz.
Yukarıda saydığım eğilimlerin hepsi dışsal bir otoriteye bel bağlama, aidiyeti kendi dışında bir yerde arama eğilimleridir. Kişi kendine yakınlaşmaya ne kadar kararlı olursa o kadar içsel bütünlüğüne dokunup tüm bilinmeyene rağmen kendine taahhüt etme, kendine dürüst olma sorumluluğunu almaya başlar. Kişi kendi ihtiyaçları, kendi ilkeleri için mücadele eder, ancak bunun diğerlerinin ihtiyaçlarını veya doğrularını inkâr etmeyi gerektirmediğinin farkındadır. Kişi en temel güven duygusunu dışarıda bir yerlerde değil, kendi içinde arar. Kendine güvenmeyi, değer vermeyi öğrenir. Kendisinin ve diğerlerinin sınırlarına saygılı kalıp ihtiyaçlarını hissedebilecek duyarlılığa kendisini açar. Kişi her geçen gün bir organizasyon, bir grup, bir topluluğa ait olmaktan daha çok kendine ait olmaya başlar. Kendisini kabul ettikçe kendisine daha çok ait hisseder. Artık bir şeye/bir yere ait olmak için “mış gibi” yapması gerekmez. Taahhüdü kendisine, olduğu kişiyi olmasınadır. Kendisi ile olan ilişkisi güçlendikçe çevresi ile olan ilişkisi de sağlıklı bir yapıya bürünür.
Bir ara bir seminerde içsel otorite ibaresin yanlış anlamaya sebep olabileceği söylenmişti. ‘’Çünkü bir noktada aynı dışsal bir otoritenin insanı baskılaması veya kısıtlaması gibi içsel otorite de aynı baskılamayı kendi kendisine yapabilir. Yani bir yerde psikolojide bahsedilen babanın yönetiminde/kuvvetinde/otoriterliğinde acı çeken çocuğun daha sonra kendisini uygarlığın talepleri ile karşı karşıya bulması ve babasının ve diğer baba modellerinin kendisine sunduğu süper egonun otoriteyi ele geçirmesi mümkün olabilir. Yani kişinin hayatını kendi içselleştirdiği sesler ele geçirir. Ve insan doğasının/dürtülerinin bastırıldığı bir içsel otorite ile karşı karşıya kaldığında bastıran dışsal veya içsel öğeye karşı bilinçli veya bilinçsiz bir öfke duyması kaçınılmazdır. Bu, kişide kendinden nefrete sebep olabilir. ‘’ tarzında açıklamalar yapılmıştı.
Yine aynı seminerde duyduğum atlı araba metaforu psikolojide bahsedilen id, ego ve süper ego tanımlarını anlamama yardımcı olmuştu. Gerçi eğitmenin bu metaforda kendi yorumu vardı ama yine de ilginçti. Resimde atlı arabayı götüren iki at, bir sürücü ve bir yolcu vardı. Atı ID, yani içgüdüsel doğamız, atları kontrol altında tutan sürücüyü EGO’muz ve atlı arabada oturup sürücüye sağa git, sola git, hızlı gitme gibi direktifler veren kişiyi de SÜPER EGO olarak şekillendirmişlerdi. Ve bilinç evrimini bu eski okul bilgilerini anlayarak, tanıyarak kabullenen, hepsini izleyen ve hiçbirisi ile özdeşleşmemeyi seçen farkındalık olarak anlatmışlardı. Böylece usta/bilinçli insan hiçbirisini yok etmeye çalışmaz, birini diğerinden daha iyi veya kötü görmez. Bilinçte evrilmek hepsinin ustası olmaktır diye anlatmışlardı. Bu sebeple içsel zekâ, sadece hayatta kalmaya odaklı bastırılmış ve mekanik olmayan bir içsel otoriteyi değil bir yerde her şeyin açığa çıkmasına, kendisini göstermesine izin veren yorumsuz ve bastırmaktan ziyade tanımaya, anlamaya yönelik bir tanık olan sezgisel zekâyı temsil eder. Bu zekâ olduğunuz kişiyi değiştirmeyi değil, olduğunuz kişiyi olmayı talep eder.
Birçok mistik yaklaşımda kendi içsel zekâsı ile karar mekanizmasına, eylemlerine sahip çıkacak güçte ve cesarette bağımsız bireyler olmak, olabilmek ve böyle bireyler yetiştirmek, insan zekâsına saygı gösterilebilecek ve atılması gereken en önemli ve en doğal adımlardan birisi olarak ifade edilir.
Şirket, kurum veya organizasyonlarda çalışan kişilerin, hatta üniversite ve liselerde okuyanların bile kullanıldıklarından, belli bir şeye dayatıldıklarından, sömürüldüklerinden, iş hayatında ticari olarak ayakta kalabilmek için kendi insanlıklarını/ilkelerini kaybettiklerinden şikâyet ettiklerini duymak çok da yeni veya alışılmamış bir durum değil. Birçoğumuz neredeyse bir makineye dönmüş şekilde verilen talimat ve kararları uygulayıp ay sonu maaşlarımızı alarak temel ihtiyaçlarımızı gidermeye ve ihtiyacımız olmayan ama olduğunu zannettiğimiz birçok şeyi temin etmeye çalışarak bir hayat geçiriyoruz ya da böyle bir hayat yapısının sınırlarında dolaşıyoruz. Kimilerimiz ise hayat mücadelesi içinde ilke ve değerlerimizle olan bağımızı kaybediyoruz.
Böylesi bir durumun en uç örneğini Hitler döneminde Nazi katliamında önemli yeri olan Adolf Eichmann’ın İsrail mahkemesinde verdiği ifadelerinde görmek mümkün. Milyonların ölümünde bir şekilde yer almış olan Eichmann, bütün duruşmalarında sadece görev insanı olduğunu, ne yaptıysa vatanı ve kanunları için yaptığını, sadece direktifleri dinlediğini söyleyerek kendisini savunmuştur. Bir görev insanının kesinlikle verilen talimatlar dışında hareket edemeyeceğini söylemiş ve kendi duyarlılığını tamamen yoksaymış, verilen görevi insani tüm değerlerin sorumluluğunun üstünde bir yere koymuştur. Daha sonra Eichmann’ın duruşmalarındaki gözlemlerine dayanarak yayınladığı “Kötülüğün Sıradanlığı” adlı raporu ile tüm tepkileri üzerine çeken Hannah Arendt’e göre Eichmann’da sadistliğin aksine aşırı derecede normallik vardır. Fakat Arendt, Eichmann’ın -insanı insan yapan unsur olan- düşünme yetisinden uzaklaştığını ve böylece birey olmaktan vazgeçtiğini düşünür. Dahası, düşünme yoksunluğunda bireyin ahlaki öğeleri gözetmediğini savunarak bunun eşi benzeri görülmemiş birçok kötülüğü de beraberinde getirdiğini söyler.
Halbuki içten içe biliyoruz ki her bir birey sevgi ve saygıyı hak ediyor. Her bir birey onuru ile yaratmayı, üretmeyi, duyarlılıkla hizmet etmeyi ve bunun karşılığını görmeyi hak ediyor. Her bir birey düşünme yetisine sahip. Her bir bireyin patron, yönetici, eş veya politikacıların yönlendirmelerinden daha fazla bir bilince, bilgiye, zekâya dokunma potansiyeli var. Ancak bireyler hayatta kalabilme korkusu, değersizlik güdüleri ile ilk olarak ailedeki güç sahibinin, daha sonra kurumlar ve daha sonra siyasi kimliklerin himaye ve yönlendirmesinde bir hayat yaşamaya sürükleniyor, hatta zorlanıyorlar. Bu, insanoğlunu ciddi anlamda aşağılayan, insanlık ve kendini gerçekleştirme potansiyelini elinden alan bir yaklaşım. Bu tarz bir yaklaşımda sadece güç savaşında öne geçebilmiş birkaç kişi, kurum veya siyasetçinin ön planda olduğu, kolektif bir yaşam biçimi adına diğer herkesin sürü mantalitesi ile sömürüldüğü bir sistemin içinde kaybolup kalıyoruz.
Amerikalı sosyal psikolog Stanley Milgram, Yale’de profesörlük yaptığı dönemlerde “Hayat sadece geriye dönerek anlaşılabilir, ancak ileriye doğru yaşanabilir…” sözleri ile geçmişte yaşanan Nazi katliamını veri alarak bir dizi deneyler yapmış ve geleceğe ışık tutmaya çalışmıştır. Bu deneylerde bir öğretmen ve öğrenci atamıştır. Öğretmen denektir, öğrenci değildir ancak öğretmen öğrencinin denek olmadığını bilmiyordur. Öğrenci bir aktördür. Öğretmene talimatlar verilir ve öğrenciye birtakım sorular sorması istenir. Öğrenci sorulara doğru cevap vermez veya soru karşısında sessiz kalırsa öğretmenin elektroşok uygulaması istenir. Ve öğretmenden sorular bitene kadar da sürece uyması istenir. Aslında elektroşok çalışmayan bir alettir ve öğrenci elektroşok verildikçe acı çekiyormuş gibi rol yapmaktadır ama denek bunu bilmez. Deneklerin % 60’tan fazlası süreci sorgulamadan elektroşok uygulamasının verdiği acıya şahit olduğu halde süreci sonuna kadar devam ettirir. Verilen direktifleri sorgulamaz, inisiyatif kullanmaz. “Bu bir deney, sizin benden talep ettiğiniz görevi yapmayacağım, denek acı çekiyor,” deyip deneyi yarıda kesen insanların parmakla sayılacak azlıkta olduğu gözlenir. Ve daha sonra deneklerle yapılan görüşmelerde süreç esnasında öğrencinin çektiği acı karşısında deneyi yarıda kesmeyi düşündüklerini ama talimatlar devam etmeyi gerektirdiği için bunu yapmadıklarını söylerler. Milgram, tüm bu deneyleri ile insanların verilen otoriter direktiflere karşı itaatkârlık seviyesini belgelendirir. Daha sonra deneylerini farklı ülkelerde de devam ettirir ve sonuçlar benzerdir. Daha sonra Milgram insanların kendi idare haklarını erteleyip başka bir otoriteye bel bağlayarak “Ben sadece işimi yapıyorum”, “Burada kuralları ben koymadım” şeklindeki yaklaşımlarını “Agentic State” adı ile tanımlayacaktır. Ve bu noktada bireylerin başkalarının isteklerini karşıya taşıyan birer araca dönüştüklerini söylecektir. Ve şu sözleri dile getirecektir: “Belki de bizler birer kuklayız, toplumun kuklaları. Ama en azından algılama yetisi ve farkındalığı olan kuklalarız. Ve belki de farkındalığımız bizi özgürlüğe taşıyabilecek ilk adımdır.”
Aslan - Deve - Çocuk
Farkındalık metotları bir taraftan özgürleşmeye hizmet eder. Ancak bu özgürlük bir şeyle savaşarak veya ilişkilenerek sahip olunan bilinçsiz bir özgürlük değildir. Kişi farkındalığa sahip değilse asla özgür değildir. Doğal güçlerin, içgüdülerin, aciliyetlerin, alt kimliklerin, bilinçsizliğin etkisi altındadır ve bunun farkında değildir. Mesela Nietzsche’nin bir kitabında (muhtemelen Zerdüşt) dile getirdiği Deve, Aslan, Çocuk modeli vardır. Bu modeli bir grup çalışmasında bir psikolog nezdinde belki biraz da psikoloğun yorumu ile deneyimleme şansına sahip olmuştum. Seminerde her istenene rasyonel zihninde hemfikir olup ya da duygusal olarak empati gösterip evet diyen ve toplumsal yükleri sırtında taşıyan develerden, sürüyü takip edenlerden, konformistlerden, kabileci yapılardan bahsedilmişti. Bu süreç evrimdeki ilk süreç gibidir. Daha sonra toplumsal beklentilere karşı rasyonel zihninde şüphe duymaya başlayıp ayaklanan aslanlardan, asi ruhlardan, ikili ilişkilerin içinde duygusal olarak reaktifleşerek bireyselleşmeye çalışanlardan bahsedilmişti. Bu aşama ikinci aşama gibidir, bireyselleşme süreci, bireysel gücünü tanıma ve kullanma süreci. Geleneklere başkaldırarak özgürleşmeye çalışanlar. Hemfikir olmama, hayır deme süreci. “Ancak aslında deve de, aslan da bir şekilde hâlâ dış etkilere bağımlı hareket etmektedir, davranışlarını toplumun davranışlarına göre belirlemeye devam etmektedir, hâlâ dualitenin içindedir,” diye bir yorum yapılmıştı. “Hâlâ zihinsel ve duygusal kabuğun yönlendirmesindedir. Yani tamamen özgürleşmemiştir. Her ikisi de spontane bir özgürlükle değil zihinsel inanç ve şüphe, duygusal empati-reaksiyonla/doğal içgüdülerle/aciliyetlerle hareket etmektedir.”
Cemil Meriç’in “Mağdurluk numarasına yatmadan, mazoşizm şehvetine yaslanmadan gerçek hürriyetini tespit edebilmek” diye bahsettiği içsel özgürlük noktasına belki Nietzsche çocuktan, uyanmışlıktan bahsederek dokunmuştur. Çocuk farkındalığın sembolüdür. Çocuk özgürleşmiştir. Ne kabilesel baskı altında yok olmuş bir bireydir ne de toplum içinde bireysellik savaşı veren, kendini okyanustan ayrı gören bir dalgadır. Kimilerinin yaşamakta, sevmekte, korkmakta ve ölmekte kendini özgür hissetmek dediği belki de böyle bir şeydir. Korkmakta, sevmekte özgür hisseden birey kendisini dinleyebilme kapasitesine erişmiştir ve ancak o zaman kendi iç sesini duyup onunla hareket eder. Toplumla beraber veya topluma karşı değil, kendine sadık kalarak kendisi ile uyumlu hareket eder. Bu sebepten dolayı toplum tarafından tanımlanmış güvenlik kabuğunun dışında bir bilinmeyendedir. Çocuk bilinçsizliğini farkındalığa dönüştürmüştür. Güven, mutluluğu, aşkı, güzelliği, yaşamı, ölümü bir sürece/yargıya/sonuca bağlamadan her an deneyimlemeye açıktır. Ve, düşünceyi üreten, kendisi ile özdeşleşmek yerine kendisini her an var eden, şimdinin sonsuzluğunu yaşayan farkındalıkla birlikte özgürlük deneyimi oluşmuştur.
Alan Watts’ın Mutluluğun Anlamı adlı kitabında dile getirdiği gibi: “Bilgelik insanın kendi ayaklarından kaçabilmesi mümkünmüş gibi başka bir şey olmak için verimsiz bir çaba harcaması yerine olduğu şeyi kabul etmesidir.”
Birçok kitapta, makalede okuduğumuz “Kendinizi sevin!” haykırışlarının temeli aslında tam da burada başlıyor. Bize yüklenen programları, özenti ile benimsediğimiz kimlikleri, bir kıyafet gibi üzerimize toplum tarafından giydirilmiş, bir bulut kümesi gibi bizi çerçeveleyen katmanı, kitle insanlarının kodlarını anlamaktan bahsediyorlar. Kendi özümüzü, kendi özgünlüğümüzü, kendi duygusal dalgalanmalarımızı, kendi zekâmızı/zekâlarımızın her halini görmekten, tanımak ve ayrışma, bireyselleşme yetisini kendimize verebilecek kadar kendimizi sevmekten, maskemizi bir tarafa bırakıp gerçek yüzünüzle barışmaktan, başka bir yaşama üslubu bulmaktan ve onu olduğu gibi her hali ile sevmekten bahsediyorlar. Ancak burada bahsedilen kedinin kuyruğunu yakalamaya çalışması gibi kendimizden farklı bir benlik varmış edasında kendimizi sevmek değil. O imkânsız bir beklentidir. Kendi olağanlığınızı görmekten, içinde bulunduğumuz haldeki her şeyi kavramaktan, diğerinde de bu hali görebilmekten, bu hale kucak açabilmekten bahsediyorlar. Ancak tabii bu kendimiz olarak atfettiğimiz ve kendimiz olmadığını idrak ettiğimiz kıyafetlerden arınırken geride kalana veya kalacak olana karşı bir inanç, güven veya besleyici sevgi olmaz ise bu süreç kişiyi boşluğa, inançsızlığa ve bağımlılıklara yöneltebilir.
Ünlü psikanalist, sosyolog ve filozof, sevgi sanatı üzerine birçok kitap yazmış olan Erich Fromm, “İnsanın varoluş sorununun en sağlıklı ve doyumcul yanıtı sevgidir, dolayısıyla sevginin gelişimine yer vermeyen bir toplum gelecekte insan doğasının bu temel gereksinimini gözden kaçırdığı için yok olacaktır,” diyerek sevginin öneminden bahsetmiştir. Ancak böylesine bir sevginin ve bireyselleşmenin olduğu noktada melezleşmek mümkündür. Çünkü o zaman birey bireye empati ve sevgi ile açılacaktır. Ve yine o zaman, melezlik veya farklı kültürler, öğretiler insanın bireyselliğine/doğasına/zekâsına müdahale etmektense zenginlik kazandıracaktır.
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlar