HAZ

“Yaşamın yolu yılan gibi sağdan sola, soldan sağa düşünceden hazza, hazdan düşünceye kıvrılır…” 

-Kırmızı Kitap


Sürdürülebilir haz, haz hislerine karşı duyarlılık kimi atölyelerde farkındalığın açılımında, genişlemesinde kullanılan metotlardan birisidir. Bu tarz atölyelerde haz kavramı üzerine derinlemesine eğilinir.

Genelde katıldığım atölye çalışmalarında gördüğüm, hayat enerjimizi hissetmek, hayat enerjimizden zevk almak/haz duymak için kendimize izin vermekte zorlandığımız oldu. Haz duygusunun önüne korku, suçluluk gibi perdeler iner. Enerjilerini bastıran insanlar diğer kişinin kendine kendi enerjisinden haz almaya, zevk duymaya, enerjisinin coşkusunu hissetmeye izin verişini kıskanırlar. Bir oyun, oynarken zevk alan insanlarla şenlenir. Mevcudiyetine dokunularak, zevk alınarak yapılan her şey yeşerir.  Farkındalık metotları yer yer bireyin kendisi ve bedeni ile kurduğu bağdan açığa çıkan sağlıklı histen bahseder. Bu his “haz” adı altında da tanımlanabilir. 

Gündelik hayatımızda haz kavramı ile birçok farklı bağlantısallık içinde karşılaşabiliriz. Birincisi açlık, hayatta kalma, aidiyet, türümüzün devamı gibi temel biyolojik içgüdülerimizi tatmin etmek için peşinden sürüklendiğimiz haz ihtiyacıdır.

Genellikle kendimizle bağlantımız olmadan, sadece haz duyumunun sürekliliğini artırmak, acıdan kaçmak uğruna bize iyi gelmeyecek birçok şeyin peşinden koşabiliyoruz/sürüklenebiliyoruz. Bir yerde belki de tamamlanamamış çocukluk ihtiyaçlarımız ileri çağlarda kendisini yinelemeye başlıyor. 

Kimi psikologlar ileri yaşlardaki kişilerin yeme problemleri, sigara bağımlılığı gibi birçok eğilimlerini çocukluk dönemlerinde anne sütü emmemeye, tuvaletini sağlıklı veya sağlıksız yapmaya, bedenlerini ve cinselliklerini tanıma çağında yaşadıkları travmalara bağlıyorlar. Çocukluk döneminde tamamlanamamış bazı şeylerin yerine erişkin dönemlerde bir şeyler koymaya çalışmak ve sonra peşinden koştuğumuz şeye ulaşınca da zevk vermediğini anlamak hemen herkesin son derece bilinçsizce sürüklendiği ve genellikle iyi bir uzmanın (tecrübe ve mesleki bilgisi olan insanlar)  desteği ile farkındalık geliştirilebilecek gerçekler. 

İnsan enerjisini farklı şekillerde var etmek, yeşertmek ister. Bu, farkındalık atölyelerinde öne sürülen dünyevi hazlara düşmanca bir yaklaşım sunma önerisi değildir; belki de hazzın nerede duracağını bildiğiniz noktada haz olabileceğine farkındalık getirmektir. Ancak genelde gördüğümüz/deneyimlediğimiz, yaşanan haz duygusunu bırakmak istemeyen/sürekliliğe yaymak isteyen ebedi hazzı arayan bir zihin yapısıdır. Ben bu hazzı sürdürmeliyim diyen bir düşünce ağıdır. 

Kimi atölye çalışmalarında bilinçsiz ve içgüdüsel hazza ve ebedi haz arzusunun peşinde sürüklenişlere ışık tutulur. İçsel bahçemizin kuraklığını ebedi haz arzusu ile yeşertmeye çalışmanın ve bu eğilime karşı sabır ve aynı zamanda var olanın idraki için şükürle çalışılır. Sabah kalkınca ilk iş olarak hayatınızda şükredebileceğiniz yedi güzel şeyi sıralamak, hatta yazmak bir ödev olarak verilir. Varlığına şükrettiğimiz dostlar, aile üyeleri ve zenginlikler bizlerin yaşam bahçelerini yeşertmekte temel destekleyici kaynaklar olarak görülürler.  

Şükretmek bizler için toplumsal bir öğreti de olsa bir çerçeve içinde böylesi bir hatırlamayı bilinçle eyleme koymaya izin vermek bu eylemi alışkanlığın ötesinde daha gerçek bir noktaya taşıyabilir. 

Dalai Lama ve Başpiskopos Desmond Tutu Mutluluğun Kitabı’nda haz konusuna oldukça detaylı ve farklı bir bakış açısından değinmişlerdir. Kitapta bir noktada sıradan yaşam, basit bir dostluk, bir şey yaratmak, ihtiyacı olan birisine yardımcı olmak, güzel bir kitap okumak, sevdiğiniz biriyle gülmek, minnettarlık duymak gibi haz veren sağlıklı eylemler sıralanmıştır.  

Katıldığım birçok grup çalışmasında bir ilginç deneyimim de katılımcıların genellikle toplumsal olarak bastırılmış güdülerini, toplum tarafından karanlık sayılabilecek yönlerini, sevmedikleri ve kötücül kabul ettikleri, yargıladıkları bir karakteri taklit ederken büyük bir haz duyduklarına da şahit olmak oldu. Bir masada otururken hakkında yargısal konuştuğumuz bir insanın davranışlarını taklit ederken duyulabilen haz aslında kendi içinde çelişkili gözükse de insan doğası ve insanlığın hâlâ haz ile bilinçsiz ilişkilenmesinin bir dışavurumu olabilir. Bir taraftan da açığa çıkan belki de hayatla birleşmenin hayatta ötelediğimiz şeylerle oyuncul bir yöntemle birleşmesinin yarattığı tatmin duygusudur. 


İçsel gülümseme


Bireyin kendi mevcudiyetini deneyimlemesini ve bu deneyimden haz almasını destekleyen “İçsel Gülümseme” isimli bir metot bulunur. Bu teknik kişiyi omurga dik bir şekilde oturarak gözlerini kapatmaya davet eder. Kişi bir-iki dakika boyunca karın bölgesinden başlayarak tüm iç organlarını, hücrelerini tek tek gülümsetmeye başlar. Karnın gülümsemesi, kalbin gülümsemesi parmakların gülümsemesi şeklinde başlayan içsel gülümseme tüm vücuda dağılarak yüze ve dudaklara ulaşır. Bu tekniğin başta hipotalamus olmak üzere beden kimyasını dengelediği söylenir. 

Bu tarz metotlar insanın kendi varlığının güzelliğinden, kendi zekâsından, kendi bilgeliğinden, kendi duyarlılığından, kendi yaratıcılığından, ilminden, aslında bir yerde kendi tek başınalığından duyabileceği bilinçli hazzı deneyimletir.

1954’te psikanalizci ve nörofizyolog John C. Lilly, beynin çalışmasının kendinden mi kaynaklandığını, yoksa çevresine mi bağlı olduğunu, yani bilincin çevresiyle ilişkisini araştırmak amacıyla her tarafı tamamen kapalı olan, beden sıcaklığına ayarlanmış tuz ile ağırlaştırılmış su tankları üretmiştir. Bu izolasyon tankları şu anda meditatif amaçlar için kullanılıyor. Ben bu tanklarda birkaç uygulamaya katıldım. Suya yüz dışarıda, kulaklar suyun içinde kalacak şekilde sırtüstü uzanılıyor. Suyun itme kuvveti neredeyse yerçekimsiz bir ortam yaratıyor. Beden sıcaklığıma uydurulmuş olan su tenimle temas edince, bir süre sonra bedenimin nerede bitip suyun nerede başladığının sınırını ortadan kaldırmaya başlamıştı.  Enteresan bir bedensizlik hissi yaşamıştım. Sanki fiziksel olarak algıladığım tüm gerçeklik elimden alınmıştı. Suyun içinde kalan kulaklarım beni derin bir sessizliğe taşımıştı.  Sanki mutlak, sessiz, sonsuz bir farkındalık ile baş başa kalmıştım. Kalmıştım diyorum ama o an ben hissinde bir çözülme olmuştu. Biraz garip gelebilir ama insan bir mevcudiyet halinde oluyor ama sanki içinde “ben”i bulmakta zorlanıyor. Bunlar beni çok etkileyen deneysel araştırmalardı. 


Mevcudiyetin hazzı


Ziyaret ettiğim gizem okullarının birisinde, okulun resepsiyonunda bir grup tanıtımı vardı. Tanıtım yazısında “Bu grup cadılar ve büyücüler içindir” yazıyordu. Heyecanla, tam olarak ne olduğunu bilmeden grup çalışmasına katılmıştım. Daha 26-27 yaşlarındaydım. Ve, sanırım mistik okullarda birtakım güçlü büyüler filan öğreneceğimi düşünüyordum. Ancak,grubun yapıldığı salona gittiğimde karşımda 40 kadın buldum. Bildiğimiz bir kadın grubuydu. Hiç erkek katılımcı yoktu. Üç tane ileri yaşlarda meditasyon ve Doğu kültürü ile kendini donatmış psikolog grup yöneticiliği yapıyordu. İlk defa bir bilim insanın meditatör olabildiğini orada görmüştüm. Nedense o döneme kadar meditasyon yapan insanların kafamdaki imajı uzun entarili, uzun sakallı adamlardı. Bir şekilde zihnimde kadim metodlarla bilim ayrı kutuplarda yer etmişti. 

Bu kadınlar oryantalist öğretilerle ile Batı biliminin sentezi gibiydiler. Yılları, kıtaları ve bu kıtaların ilimlerini bu odada bedenlerinden konuşturtuyorlardı. Kendimi nedense eski geleneklerin hüküm sürdüğü kadın kadına toplantılarda oturuyormuş gibi hissetmiş ve biraz da hayal kırıklığına uğramıştım. Bir haremde veya köy düğününden önce kadın kadına hazırlık yapılan hamam günlerinden birinde olabilirdik rahatlıkla. Tüm gün kadınlar, bir taraftan oturdukları yerde güzel gözükmeye çalıştılar, diğer taraftan  dertlerini filan anlattılar. Benimse yıllarca akrabalarımın dertlerini dinlemekten üstüme fenalık gelmişti. Beş gün bir sürü kadının kocası ile, kayınvalidesi ile olan sıradan, insani, kaba, yer yer çirkin, yer yer muhteşem hikâyelerini dinlemek istemiyordum. Kadın grubuna karşı epey tepkiliydim. Bir çoğu belli ki bir kaç eğitime önceden katılmış, bir iki tekniğin tesiri altında kalmış ve daha bu teknikleri içselleştimeden bu gruba satmaya çalışıyordu. Kendimi şarlatanların eline düşmüş gibi hissediyordum. Birçok kıtadan farklı yapıdaki, farklı zihinsel yapılanmadaki kadınlar bu grup odasına toplanmışlardı. Her bir hikâyede binlerce kilometre ötesine taşınıyorduk. Kendi acımızı bir başka kadında görüyorduk. Aktörler, dekor ayrıydı, komedya ise aynıydı. Bir ihtimal değişik bazı teknikler öğrenebilirim diye kendime gruptan çıkmamak için bir gün daha süre tanıdım. 

Ertesi gün çok özel bir ritüelle karşılaştım. Oda rengârenk şallarla, altın yaldızlı objelerle süslenmişti. Hepimize boş bir kâğıt ve pastel boya dağıttılar. Boş kâğıtların üstüne pastel boyalarla vücudumuzu çizmemizi istediler. Daha sonra vücudumuzda rahatsız olduğumuz, beğenmediğimiz, eleştirdiğimiz, utandığımız her bölümün üstünü siyah boya ile karalamamızı söylediler. Akabinde müzik eşliğinde grup yönlendiricisi ortaya tek tek katılımcıları çağırdı. İlk olarak ben çağrılmıştım. Uzun elbisemle odanın ortasına doğru yürüdüm. İlk önce resmimi grupla paylaştım. Bedenimde rahatsız olduğum, utanç duyduğum, değiştirmek istediğim, kamufle ettiğim tüm bölgeleri resim üzerinde gösterdim. Daha sonra bana tokanı çıkartmak ister misin dediler. Ben de saç tokamı açtım. Saçlarımı o sımsıkı topuzdan kurtararak serbest bıraktım. Topuzu açmak inanılmaz bir rahatlık hissi getirmişti. Daha sonra küpelerimi, bilekliklerimi, yüzüklerimi, halhalımı çıkardım. Her bir objeyi çıkardıkça sanki tek tek kimliğimi, maskelerini, kamuflajlarımı üzerimden atıyordum.  Sonra derin bir utanç hissettim. Bedenimdeki, yüzümdeki tüm kusurları saklamak istiyordum.  Tüm aksesuarlarımla birlikte tarzımı, kimliğimi, gücümü, tüm süslerimi, şartlanmalarımı, “mış gibi” görünmelerimi bir kenara bırakmıştım. Sakladığım tüm kusurlarım, yüzümdeki, vücudumdaki defolar, utancım, her şeyim apaçık ortadaydı. Makyajsız, kamuflajsız 40 kadının karşısında tamamen savunmasız ayakta duruyordum. Ön camlardan esen hafif rüzgârın da etkisi ile başım dönüyor, bacaklarım titriyordu. Bana bakan her çift gözde kendi bakışımı görüyordum.  Hayatımda kendimi hiç bu kadar kırılgan, bu kadar savunmasız hissetmemiştim. Daha sonra bu 40 kadın çok yavaş, sevgi ve saygıyla güzel kokular eşliğinde bana yaklaştılar ve saçlarıma, başıma, kollarıma aynı bir bebeğe dokunur gibi hassasiyet, saygı ve sevgiyle dokunarak iki kahve gözün arkasından bakan benlikte gördükleri güzellikleri kulağıma fısıldamaya başladılar. O 40 kadın dış silüetimi görmeyi bırakmıştı. Derimin içine girmişti. O an dışsal bedenimden daha derinde bulunan benliğime dokunmuştum.  İçsel benliğim oradaydı ve hayret, şaşkınlık ve sevginin yoğunluğu ile gözyaşlarına boğulmuştum. Hıçkırarak ağlıyordum. İlk defa tüm doğallığımla ve hiçbir şeyi saklamadan tüm kusurlarımla koşulsuzca saygı gördüğümü hissediyordum. Sadece diğerleri tarafından değil, asıl kendim tarafımdan.  Defalarca hamamda bulunmuştum ya da bikinilerimle denize girmiştim. Ancak bu odada bir bariyer aşılmıştı. Tüm benliğimle hiçbir şeyi farklı göstermeye çalışmadan, hiçbir kamuflaj, rol, maske veya dış bir güçten destek almadan tüm mevcudiyetimle oradaydım. Üreme, yemek ve işlevsel olmak gibi yüklenmiş biyolojik obje algısının engelleyici bariyerlerinden geçmiş, bedenimin içinde kendime karşı duyarlı olmaya başlamıştım. Her şey çok yavaşlamıştı ve her hareket zarafet içindeydi. Hayatın ritmi ve kalp atışlarım aynı hızdaydı. Sanki bir ömür boyu aradığım insanlığı, saygıyı, sevgiyi, kabulü bu ritüelle yaşama ya da tekrar hatırlama şansına sahip olmuştum.  Kadın olmaya yüz tutmuş bedenimin içindeki o yaralı, kendini yetersiz, güvensiz hisseden çocuğun coşku gözyaşlarıydı, gözlerimden akanlar. O an benliğimin eziklikten coşkuya adım attığı önemli köprü anlardan birisiydi. İleri yaşlı eğitmenlerden biri beni sıkıca kucakladı. Belki de annemi de çok erken yaşta kaybetmenin doğurduğu gönülden/samimi bir sarılmaya olan ihtiyacımla ben de o kadına sıkı sıkı sarıldım ve uzun uzun ağladım. Sanki her bir gözyaşı damlası ile şifalanıyordum. Sonra kulağıma bir melodi fısıldadı. O melodiyi hala zaman zaman kendime fısıldarım. Eski dönemlerde kimi kabilelerde anne çocuğuna gebe iken ormanda sessizce bir ağacın dibine oturur çocuğunun melodisini duymayı beklermiş. Daha sonra bu melodiyi gidip tüm kabileye öğretirmiş. Ne zamanki o çocuk bedenen veya ruhen hastalansa tüm kabile toplanır bu çocuğa melodisini söylerlermiş. Bu kadim şifa yöntemlerinin varlığını ben bu deneyimden çok sonra öğrenecektim.  


Birçok dostum insanın farkındalığını artırmak, utanç/suçluluk/korku kalıplarının ve bu kalıpların yarattığı suçluluk/eziklik halinin farkına varmak ve mevcudiyetin coşkusuna/hazzına adım atmak için bu tarz ritüellere gerek olmadığını, sadece zihni ve düşünceler arasındaki boşlukları izlemenin yeterli olacağını savunur. Benim de birçok ritüele bir oyun gibi katılmışlığım vardır. Genelde dansın etkisi ile endorfin salgılamak dışında pek bir faydası olmayan ama beni doğal bir coşkuya “dokundum” illüzyonuna anlık da olsa bedenimdeki kimyasal değişikliklerden dolayı sokup çıkartan ritüeller olmuştur. Ama o gün bir şekilde uyanıktım ve bilinçli oluşturulmuş dış desteğin içindeki birkaç gerçek kadın içsel bir keşif için alan açmıştı. 40 kadının nezdinde kendi bedensel tapınağımın manevi detoksununa şahit olmuş, doğal coşku haline adımlar atmıştım.

Hazzın arzuları serbest bırakmaktan ziyade kendimizle bağ kurmakla olan ilişkisini bazı metotlarla deneyimlemek mümkün olabiliyor.  Tasavvuftaki sonsuzluktan gelerek sınırlı bedende yaşayan ruhun sınırsızlık arayışı çocukluğumda çok konuşulurdu. ‘’Birey o sınırlı bedenin içinde sınırsızlığı yaşamak istediği için bencil olur, her şey benim olsun ister’’ denirdirdi. ‘’Dürtüler, istemsiz arzuları takip etmek çatışmaları doğurur’’ denirdi. İşte böyle bir deneyim sınırlı beden içindeki sınırsız ruhun deneyimi idi.  Bu deneyim için yakıp yıkmak, çok fazla şeye sahip olmak, dışsal şovlara odaklanmak zorunda değildim. Sadece hatırlamalıydım. Baki olanı.  Mevcudiyetle gelen hazzı deneyimlerken yavaş adımlarla yürümek, bilinçli, duyarlı ve yavaş yemek yemek, sükûnet içinde karşındaki kişi ile bakışmak gibi birçok uygulamayı yıllarca tekrarladım. 

Tantra kökenli atölye çalışmalarında bireyler bedensel duyarlılığın ötesinde bir farkındalığa davet edilirler. Yapılan uygulamalar farkındalığı genişletmeye ve birçok şeyi kapsamaya yöneliktir. Mesela uzun süre bir güle veya yanmakta olan bir ateşin alevine bakılır. Bu nesne subjektif duyarlılıkla içselleştirilir. Birey bu teknikleri uygularken yaşam enerjisini bilinicinin genişlemesi için kullanır. Karşında bakmakta olduğu çiçeği kendi iç dünyanın derinliklerinde hissetmeye yönelik yöntemler, kişinin yaşam enerjisini bütün sınırların ötesinde kişinin en derin varlığına dokunmasına yönelik kullanımıdır. Tantra atölyelerinde yaşam enerjisinin bilincin genişlemesine yönelik kullanımından doğan hazdan bahsedilir.  


Mevcudiyetin şahitliği


Gastronominin, yerel, iyi, temiz, adil gıda ve ekolojik yaşamın önemini savunan iki farklı isim Luis Sepulveda ve Carlo Petrini’dir. Bu iki isim Slow Food fikri ile son dönemlerde büyük bir akımın öncüsü oldular; Slow Food Türkiye’de dahil birçok ülkede eğitim ve etkinliklerine devam etmekte. Petrini ve Sepulveda, zengin fakir her insanın öncelikle yemek yerken yavaşlayarak, şehirde gezinirken, hatta çalışırken küçük mutluluk unsurlarını keşfederek, abartı, aşırılık, oburluk, bencillik unsurundan bağımsız olarak haz/zevk alma hakkının olduğunu ve bu hakkın evrensel olduğunu savunuyorlar.

İnsan yavaşladıkça haz duyguları da artabilir. Yavaşlamış, duyarlılığı artmış, mevcudiyete dokunduran eylemlerin açığa çıkardığı haz duygusu ise insanda rahatlıkla utanç ve suçluluk duygularını aktive edebilir. Çoğumuz bir taraftan haz alırken bir taraftan suç işlediğimizi ve her an cezalandırılabileceğimizi düşünürüz. Bazen bu bilinçli bir düşünüş bile değildir ama derinden eylemleri etkiler.  

Amerikalı yazar ve aktivist Luis Sepulveda ile Slow Food hareketinin kurucusu Carlo Petrini’nin Mutluluğa Dair Bir Düşünce isimli kitabını okurken bahsettikleri “Yavaşlığın Önemini Keşfeden Bir Salyangozun Öyküsü” hikâyesini temin etmek için kitap ismini google’ladığımda, Türk köşe yazarlarından birinin bir köşe yazısı çıktı karşıma. Yazar okumakta olduğum kitaptan ve kitapta önemle vurgulanan “haz alma hakkı”ndan bahsediyordu. Yazı bir arya derlemesinden bahsederek devam ediyordu. Bu yazıları okuyunca merak ettim, Spotify’ımı açtım ve derlemeleri dinlemeye başladım. Ekranımda “Bach, Matthäus-Passion BWV 244. Herreweghe Erbarme dich, mein Gott” yazıyordu. Sunum yapan kişi kastrato’ların (Kastrasyon: Kısırlaştırma. Kadın şarkıcıların kilise tarafından yasaklanması sonucu kastratolar, çocukken sahip oldukları soprano, kontralto gibi ses kalitelerini ergenlik çağlarından önce hadım edilmeleri sonucu ilerleyen yaşlarında koruyan erkek şarkıcılar sahnede yer alabiliyorlardı. 16. yüzyıldan itibaren uygulanan bu işlem 1920 yılında yasaklanmıştır) yalnızlığından ve büyümeyen seslerinden, büyümek istemeyen çocuğun kadınsı sesinden bahsediyordu.  Spotify’da keyifle dinlediğim parça bittikten bir süre sonra “Je Crois Entendre Encore” isimli bir başka parça başladı. “İnci Avcıları”ndan bir parçaydı. Ve daha garip bir şey oldu. Yazar diyordu ki: “Eşref saatini kendiniz için ayarlayabileceğiniz bir an istiyorsanız işte sizi dolduruşa getirecek bir yol arkadaşı. Üstelik size ne zaman ateş etse mutlaka ıskalar. Osho veya Secret okumaya gerek yok. Böyle müzikler insana kendi günahını affettirir. En büyük bağışlayıcı Allah’sa ondan sonra gelen insanın kendisidir.” Bir an düşündüm, Secret kitabının filmini onu yayımlayan arkadaşıma kendi ellerimle getirmiştim. O zamanki gençlik heyecanım ile “Bu kitap Türkiye’de çıkmalı,” demiştim. Osho kitaplarını da birkaç arkadaş beraber 2000’lerin başında yayınlamaya başlamıştık; kitapların musiki yapısına o kadar hayran kalmıştık ki bizim sevgimizle kitapçılarda bulunamayan kitaplar en ön reyonlarda yer almaya başlamış ve zamanla birçok önde gelen yayınevi tarafından basılmaya başlamıştı. Hatta Osho’nun beden sevgisi üzerine yayınladığı Bedenzihin Dengeleme kitabındaki kadim Tibet tekniklerine dayanan ve birçok hipnoterapist, doktor ve psikiyatrist ile birlikte hazırladığı son meditasyonu “bedenzihin dengeleme” eğitimini alıp CD’nin Türkçe seslendirmesini yine 20’li yaşlarda kendim yapmıştım. O teknik de insanın bedenin ötesindeki varoluşuna, mevcudiyetine dokunduran çok özel bir çalışmadır. 

İşte, derlenmiş olan arya albümünü dinlerken gençlik dönemi hatıralarımın canlanmasına destek olmuştu yazar.  Haklıydı, bazı müzikler ve hatta bazen yalın sessizlik insanı tahmininden ve hatta bazen kitaplardan daha çok kendi mevcudiyetine taşıyor, yıllar önce yaşadığı deneyimleri tekrar uyandırıyor, insanı kabuklarından arındırıyor, var/yok (hipnotik) kapılardan hızla geçirtiyor ve kendini kendisine, kendi şahitliğinde tekrar ve tekrar bağışlatıyor, sessizliğin içinde her an bekleyen engin mevcudiyeti ile kucaklaştırıyor.  


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

HUMAN DESIGN

PRAG VE SİMYA

Kralların Şarap Bölgesi Burgonya’da Büyüleyici Bir Şarap ve Gastronomi Seyahati