DIŞ KİMLİK YA DA ÖTEKİ
“Hepimiz çok kimlikliyiz. Kimse sadece kendisine indirgenmek istemez.”
-Jean-Bertrand Pontalis
Tüm hikâye ve mitlerde evrensel birtakım kalıplar/arketipler, evrensel semboller olduğunu ve bu arketiplerin bir nesilden diğer nesile miras kaldığını ve insan ilişkilerine de yansıdığını öne süren Carl Jung, binlerce yıldır tarihte yer alan arketipleri modern dünyaya tekrar tanıttı. Jung, sembollerin ve tarihsel ve mitolojik tekrarların bireyin psişiğinde ve zihninde belli bir bilinç oluşturduğunu öne sürmüş ve buna toplumsal bilinçaltı adını vermiştir. Toplumların ve insanlığın ortak bir bilinçaltını paylaştığından ve etkisinde kaldığından söz etmiştir. Ve bunu 12 arche’nin (eski) ve typos’un (kalıp) Yunanca kökeninden gelen “arketip” ile tanımlamıştır. Ve bu 12 dilime ayırdığı arketiplerin/eski kalıpların toplumsal bilinçaltına yerleştiğini ve toplumdaki bireylerin davranış ve motivasyonlarını etkilediğini savunmuştur.
Her bireyin kişisel geçmişi, çocukluk şartları, biyolojisi ve çevresi ile dekore edilmiş arketiplerin yansımalarını gündelik hayatta görürüz. Arketipler Carl Jung’dan sonra Erich Neumann tarafından The Origins and History of Consciousness eserinde etraflıca anlatıldı. Akabinde Amerikan psikoterapist Carolyn Myss, Jung’un arketip fikirlerini harmanlandı ve dört temel hayatta kalma arketipinden bahsetti. Kurban, Sabotajcı, Fahişe ve İçsel Çocuk olarak isimlendirdiği bu arketipler ile ikili ilişkilerimizde mevcudiyetimizden kopup nasıl “mış gibi” davrandığımızı veya bizi sarmalayan yaraların farkında olmadan sürüklenerek nasıl sağlıksız eylemlerde bulunduğumuzu derinlemesine anlattı.
Ben birçok defa Carlyn Myss’in oluşturduğu dört arketiple yapılan deneyimsel çalışmalara katıldım. Bu çalışmalarda kişinin kendini güvende hissetmek için bu arketipleri (Kurban, Sabotajcı, Fahişe ve İçsel Çocuk) bilinçli/bilinçsiz kullanarak nasıl bir dış kimlik geliştirdiğini araştırması için güvenilir bir ortam yaratılır. Özellikle işlevsiz aile modellerinde ortaya çıkabilecek rollere ışık tutulur. Bu rolleri yapabilmek için hangi duyguları bastırdığımız araştırılır. Bizi koruyacağını düşünerek üstlendiğimiz/özdeşleştiğimiz rollerin zarar veren sonuçlarını hissetmek için alan açılır. Özbenliğimizden vazgeçip bir role bürünmenin açtığı spiritüel yaraya değinilir. Bireyin yeniden özbenliği ile teması ve buradan referansla gerek genetik yapısı, gerek ego güçleri, gerek kültürel zenginlikleri ve geliştirdiği yeteneklerini harmanlaması ile alacağı eylemlerin neler olabileceği araştırılır.
Kadın-erkek ilişkilerinin, dişi/eril rollerin araştırıldığı birtakım diğer grup çalışmalarında da katılımcılar içlerinde barındırdıkları farklı kimlikleri daha yakından tanımak için fantezilerinde yarattıkları farklı rollere girmeye davet edilirler. Bu tarz fantezilerin dışavurulduğu performatif etkinliklerde genelde vampir, milyarder, kral, korsan, sultan, sokak serserisi gibi rolleri seçen erkeklere karşı harem kadını, kutsal fahişe, öğrenci, hemşire, sekreter, rahibe rollerini seçen kadınlar oldukça fazla olduğunu gözlemledim. Belki de bu sonuç çok da şaşırtıcı değildir. Ve bir şekilde belki de fantezilerimizin nasıl da kolektif/ortak bilinçten süzüldüğünün göstergesidir.
Geçtiğimiz günlerde bir programda ünlü psikiyatrist Jordan Peterson’un kadın-erkek ilişkilerinde kadınların neden kendilerine kötü davranan erkekleri elde etmek arzusu duydukları konusunda bir konuşması vardı. Peterson konuşmasında Google’da yapılmış olan bir analizden bahsetti. Google, reklam çalışmaları için yaptırdığı bir analizde kadınların en çok vampir, savaş kurdu, milyarder, korsan ve cerrah kimliklerindeki erkeklerin hayalini kurduğunu öne sürmüş. Bu erkeklerdeki temel benzerlik, güçlü bir karanlık yön, vahşilik, kimilerinde hiyerarşik pozisyonlarda yüksek başarı ve ele geçmezlik. Peterson konuşmasında bu tarz ele avuca gelmeyen, saldırganlık gösteren erkekleri ehlileştirme çabasını Güzel ve Çirkin arketipine benzeterek bu durumu “Her kadının gönlünde bir canavarla karşılaşıp onu ehlileştirebilecek, medenileştirebilecek tek kadın olmak hayali vardır. İşte tam da bu sebepten kadınlar genellikle kötü erkekleri daha cazip bulurlar,” diye açıkladı.
Gizem okullarında da zaman zaman Gılgamış destanından bahsedildiğini duydum. Bir canavarı ehlileştirme arketipi ilk defa kendisini, ilk yazılı destan olan Gılgamış’ta göstermişti. Gılgamış’ta tanrılar Enkidu’yu ehlileştirmesi için tapınak fahişesini göndermişlerdi. Hindistan’da Devadasi adı verilen tapınak kadınlarının da benzer hikâyeleri vardır.
Bu hırçın, agresif erkeği ehlileştiren, medenileştiren, yumuşatan ve medeni hayata dahil eden kadın modellerini birçok film ve hikâyede görmek mümkün. Bu cazibesi ile erkeği ele geçirebilen kadınlar kimi hikâyede fahişe, diva rolündeyken kimi hikâyede genç, çocuksu masum bakire rolündedirler. Ele geçemeyen, tehlikeli veya vahşi doğalı erkeği baştan çıkartıp ehlileştirebilecek cazibeye sahip bir kadın olmak bir kadın kahraman mitidir.
Bir çok atölye çalışması ve arketipsel çalışma cinsiyet rollerini temelde masal ve mitlerden öğrendiğimiz çağımızda bu öğretilmiş/dayatılmış rolleri sorgulamak, araştırmak, bu konuda farkındalık kazanmak için alan açar. Mesela mitolojik hikâyelerde kendini anne ve tanrıça modeline adayan erkeklerin sayısı oldukça fazladır. Bu hikâyeler iğdiş olmuş erkeklerden de bahseder. Hatta bazıları tanrıçaları için kendilerini iğdiş ederler. Tanrıçalar adına kendini iğdiş eden Gallosların ünü günümüze kadar gelmiştir.
Freud ilk defa 1899’da Rüya Yorumları adlı kitabında sunduğu odipal kompleks modelindeki gibi babası ile rekabet eden erkekten bahseder. Bu hikâye babasını öldürüp annesi ile evlenen Oedipus’un hikâyesidir. Birçok hikâyede otoriter kadına hayran olup onun için kendini iğdiş etmeyi göze alan erkek modeli ile karşılaşırız.
Bazı hikâyelerde bir noktada bu güçlü kadın figürleri ile savaşan erkek modeli de görürüz. İğdiş edilmeye hayır diyen, artık topraktan denize, doğadan tanrıçalara kadar dişi figürün egemenliğinden ve kendini ona adamaktan yorulan erkeğin belki de bireyselleşme, ayrışmaya çalışma isyanıdır bu. Mesela Gılgamış’ta Tanrıça İştar evlilik baskısına her şeye rağmen karşı gelmiş ve yoluna devam etmiştir. Hera’nın her türlü kıskançlığına rağmen Zeus evlilik dışı ilişkilere devam etmiştir.
Hikâyelerde ve mitlerde güçlü, baskın, otoriter kadın modeli ile savaşmayı seçen, teslim olmamayı başaran, annesini/cadıyı/kaliyi/kutsal fahişeyi alt etmek isteyenlerin ilişkilenmeyi tercih ettikleri kadın prototipler ise genelde prensesler, masum bakireler olma eğilimindedir. Bu noktada artık güç erkeğe geçmiştir. Erkek King Kong’dur, kadın Ann Darrow. Erkek güçlüdür, canavardır, süper kahramandır, yeri gelince agresiftir ama masum ve genç kadının, prensesin, kırılgan bakirenin karşısında gönlü de geniştir. Medenidir. Erkek Beauty and the Beast’in canavarıdır (Prince Adam), kadın da güzeli (La Belle). Ama Çirkin (Beast) Güzel’e (La Belle) ancak Cadı’ya (Enchantress) karşı koyarak kavuşur. Zennube gibi güçlü kadın figürleri linç edilir. Hatta bu cadıyı alt etme hikâyeleri cadı avı adı altında birçok kutsal fahişenin de dönem dönem yakılmasına kadar uzanır. Filmlere, destanlara konu olur. Kutsal fahişeler, cadılar yanar ve geriye sadece masum ve kırılgan kadınlar kalacak bir dünya hayal edilir. Erkeğin güçlü ve saldırgan ya da hiyerarşik düzende yüksek bir yerde olduğu ve kırılgan, genç kadını tercih ettiği arketip ilişkilerin ekstrem yansımasını belki de patron-sekreter, öğretmen-öğrenci, doktor-hemşire, yaşlı erkek-genç kadın, sağlıksız baba-kız ilişki modellerinde de görmek mümkündür. Birçoğunun evinde bir tanrıça oturur ama onlar tanrıçaya iğdiş olmamak için masum ve genç bakireye yönelirler. Bazılarında ise mutlak tanrıça figürlerinden anne zaten evi hiç bırakmamıştır.
Kimi atölye çalışmalarında işte bu tarz hikâyelerin günümüzdeki dışavurumunu deneyimlemeye başlarız. Rol yaparak fantezilerimizi açığa çıkardığımızda bir yerde içimizde barındırdığımız prototipleri yakından tanıma fırsatına sahip oluruz. Bilinçli ve güvenli araştırmalar olmazsa bu prototipler tüm hayatımızı ele geçirebilir. Ve bir ömür boyu babasını ehlileştirmeye çalışan masum kız, ulaşamayacağı ve müsait olmayan erkekler peşinden koşan kadın, üçlü aşk ilişkilerinde kendini bulan erkek, iğdiş edilme korkusu ile kadından kadına kaçan erkek, bir ömür boyu annesini mutlu etmeye çalışan adam modelleri ile bilinçdışı bir çekimin, başlaması gereken ve başladıysa da bir sona gelmesi gereken ejderha savaşının ve güç oyunlarının kölesi olarak yaşayabiliriz.
Kimi ustalar toplumların kanayan yarası haline gelmiş olan sağlıksız/sevgisiz ilişkiler ve güç oyunlarının etrafında dönen sevgisizlik, bu bilinçdışı prototipler hâkim oldukça ve özellikle çocuklukta yaşanan travma ve oluşmuş yaraları sarmak için bilinçli bir eylemde bulunmadıkça, çocuk içselleştirdiği anne ve/veya babanın kölesi olmayı veya köle olmamak adına içselleştirdiği anne ve/veya baba ile savaşmayı bırakmadıkça, Hint çakra terminolojisine göre üçüncü çakrayı deneyimleyip (Güç çakrası) dördüncü çakraya (Kalp çakrası) akış sağlamadıkça bu yaraların kanamaya, duygusal okyanusları dalgalandırmaya muhtemelen devam edeceğine ışık tutarlar.
Satori-“Öteki kim?”
Bir dönem Yunanistan’da tam da yukarda anlattığım sebeplerden dolayı derin bir kalp acısı çekerken Satori isimli Zen kökenli yedi gün tamamen sessizlikle geçen bir inzivaya katılmıştım. Grup çalışması çok ciddi bir diyet programı içeriyordu. Doğa içinde bir yerdeydik. Sabah 05:00’ten gece 12:00’ye kadar birçok oturuma katılıyorduk. Zen ustaları öğrencilerine üzerinde tefekkür etmeleri için bir soru/bulmaca verirler ve bu soruya ‘’koan’’ denir. Bu çalışmada da bizlere birer koan veriliyordu. Her bir oturum tek bir yastığın üzerinde omurga dik (bir yere yaslanmadan) bir kişinin karşısına oturup, karşındaki kişinin gözlerinin içine bakıp “İçinde kim var?” sorusunu/koanını cevaplayarak devam ediyordu. Sanıyorum katıldığım en derin ve yoğun inzivalardan birisi idi. Günlerce “İçinde kim var” sorusunu/koanını yanıtlamaya çalıştım. Zihnin her katmanından, duygu yelpazesinin neredeyse tüm renklerinden geçiyordum. Her bir cevabım başkalarının bana yüklediği inançları tekrarlamanın ötesine gitmiyordu. İçinde kim var sorusunun cevabını günlerce diğer insanların belirlediği ve bana yüklediği hazır cevaplarla papağan gibi tekrarlayarak geçirdim. Bir nevi içinde kim var sorusunun cevabını dışarıda arıyordum. Devamlı bildiğim hazır cevaplara yöneliyordum. Ne söylesem yanlış oluyordu. Cevaplar gelmeye devam ediyordu. Sanki içten bir şey dışarıya çıkmaya çalışıyor, dıştan da bir şey içeri girmeye çalışıyordu. Baskı ve gerilim o kadar ağırlaşmıştı ki artık dayanamıyordum. Büyük bir patlama ile ağlama krizine girdim. Sanıyorum bir-iki saat durmaksızın ağladım. Kendimi tamamen kaybetmiştim. Bir süre sonra kolaylaştırıcı ile patikalarda uzun yürüyüşler yapmaya başladığımızı hatırlıyorum. O esnada bana bir şeyler söylüyordu ama pek anlayamamıştım. Sarhoş gibi dolaşıyordum. Aynı zamanda yer yer bir ferahlama esintisi geliyordu. Ertesi sabah kolaylaştırıcı beni tekrar yanına çağırdı. Büyük bir ümitsizlikle kesinlikle soruyu anlamadığımı söyledim. Kolaylaştırıcı gözlerimin içine baktı “Anlıyorsun,” dedi. “Elini kalbine koy.” Elimi kalbime koydum ve bir anda başım öne düştü. Dört gündür sarf ettiğim tüm eforu bir an için bırakmıştım.. Hiç bir cevap yoktu, hiç bir cevap verme arzusu yoktu. O an kalbimde derin bir sessizlik ve sessizlikle gelen bir boşluk veya yoğun bir mevcudiyet hissettim. Küçük bir tohum gibi beni bekleyen bir mevcudiyet.
O gün ibremin yönüm değişti. Daha önce hocalarımın biri bana “Sen cevabı 180 derece yanlış bir yönde arıyorsun,” demişti. O gün ilk defa o hocamın ne demek istediğini anladım. Artık koanı öz-referanstan deneyimliyordum ve bu benim için büyük bir değişimdi. Ancak bir gün sonra yine kalp acım ortaya çıktı ve beni rahatsız etmeye başladı. Mevcudiyetimin bu parçasını kabullenmekte, izlemekte zorlanıyordum. Bu durumu kolaylaştırıcı ile paylaştım. Kolaylaştırıcı koanımı değiştirdi. Yeni sorum “Öteki nedir?” oldu. O koan kalan günlerde bende çalışmaya başladı. Sürecin başında ben merkezci olmak zorundaydım ama artık benmerkezcilik engel olmaya başlamıştı. Benmerkezciliğimin sona ermesi gerekiyordu. O koan bana ötekini, öteki ile olan savaşı dışarıda bir yerde değil çok derinliklerimde içimde/kalbimde/kalbimin sessizliğinde/kendi mevcudiyetimde hissetmenin yolunu açtı. O kaon benim ilk defa öteki ile samimi kucaklaşmamdı. O koan ötekini ilişkiye girdiğim bir diğeri olmaktan çıkardı. O koan bana “öteki’nin”, “ben’in” yapı taşı olduğunu gösterdi. O koan iç ve dışın buluşmasına atılan ilk minik adımdı. O koan mevcudiyetime doğru yaptığım yolculukta öteki ile yarı yolda karşılaşmamdı. O koan bana öteki ile ilgili auramda örülü olan sosyal hipnozu idrak ettirdi. O koan bana paradoksun kapılarını araladı ve zaman zaman üzerinde tefekkür etmem için benimle kaldı.
Her bir ilişki bütünselliği araştırma, kendini tamamlama yolculuğudur. Scott Peck’in dile getirdiği gibi: “İnsanların birbiriyle ilişkili olan şeyleri alıp ayrı bölmelere yerleştirme konusunda dikkate değer bir kapasiteleri vardır. Böylece o şeyler birbirleriyle sürtüşerek onlara acı vermez. Bütünleştirmek, bölümlere ayırmanın zıddıdır. Bölümlere ayırmak kolaydır. Bütünlük ise acı vericidir. Bütünlük, bizim hayattaki çatışan kuvvetlere, fikirlere ve streslere tamamen açık olmamızı gerektirir. Ve er ya da geç belirli bir düzeyde bütündeki sorumluluk payını almayı gerektirir.”
Her bir ilişki bireyin bütünselliğini görünür kılma ve paylaşma yolculuğudur. Her karşılaşma bir ilişkidir. Her ilişki en nihayetinde kendimizle olan ilişkiyi temsil eder. Karşımızdakine, çevremizdekilere her verdiğimiz sesli/sessiz mesaj temelde kendimize verdiğimiz mesajın yansımasıdır. Her bir ilişki kendimizle olan ilişkinin bir açılımıdır. Her bir ilişki kendi eksiklerimizi tamamlamak, kendi içsel çatışmamızı çözmek için çıktığımız yolculuklardır. Her bir davranış kendimizi daha çok sevmek adına alınabilecek bir fırsattır. Bilgeler genelde her ilişkiyi kendisi ile olan ilişkinin uzantısı olarak görür. Ram Dass “Kim olduğumu bilmediğimde sana hizmet ederim, kim olduğumu bildiğimde sen olurum,” sözlerini dile getirmiştir. Ramana Maharishi’ye ise “Diğerlerine nasıl davranmalıyız?” diye sorulduğunda “Diğerleri yoktur,” cevabını vermiştir.
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlar