İÇİMDEKİ YARGIÇ

Yunan adalarından birisinde ilginç bir çalışmaya katılmıştım. Benden kendimi en çok ne şekilde yargılıyorsam bunları kağıda dökmem istenmişti. Daha sonra kalabalık bir grup insan etrafımda dönerek, yer yer bağırarak/yer yer kulağıma fısıldayarak içselleştirmiş olduğum bu sesleri bir dış ses olarak bana tekrar etmişlerdi. Kendi kendime sarfettiğim cümleleri dışardan bir sesten (kurmaca bir düzende bile olsa) duymak beni inanılmaz öfkelendirmişti. Kendi zihnimle kendine uyguladığım şiddeti biraz olsun bana gösteren bir uygulamaydı.  Farkındalık metotlarını kullanarak zihni dinlemeye başladığımızda sıklıkla yargılamaya veya sonuç çıkarmaya eğilimli sesler ile karşılaşırız. Bu seslerin muhtemelen bir şeylerle kıyas halinde olduğunu da fark ederiz. Bir doğrusu ve yanlışı vardır. Yargılayan, kıyaslayan, eleştiren, kurallar koyan seslerin kökenlerine baktığımızda genellikle çocukluk döneminden annemizden/babamızdan/öğretmenlerimizden veya otorite olarak gördüğümüz figürlerden duyduğumuz belki o dönem için gerekli olmuş olabilen ancak çoğunlukla şu an manasını yitirmiş olan cümleler ile karşılaşabiliriz. Sanki çocukluğumuzdaki annemizi/babamızı veya diğer otorite figürlerini, istemsiz olarak seçmiş olduğumuz hatıraları, sesleri ve cümleleri ile zihnimizde taşıyor gibiyizdir. 

Freud kişilik kuramında bireyi id, ego ve süper ego olarak üçe böler. Ve süper egoyu ayıp, günah, suçluluk ve doğru yanlış kavramlarının geliştiği benlik olarak görür. Bu sebeple, belki bir yerde farkındalık metotlarını kullanarak süper ego ile özdeşleşmek yerine süper egoyu bilinçli bir şekilde dinlemeye, tanımaya başlarız.

Farkındalık metotlarını uygulamaya devam ettikçe bu sesleri derinlemesine izleme fırsatına sahip oluruz ve içimizdeki yargıcın sesi ile özdeşleşme veya bu seslere uzak durma şansının izleyende, bu sesleri duyanda olduğunu deneyimlemeye başlarız. Bir tarafta yargılayan, kıyaslayan, değerler yükleyen, mutlak sonuçlara varan bir ses vardır. Diğer bir tarafta tüm bu sesleri duyan, farkına varan bir farkındalık. Bu sesler sen yetersizsin, ne yaptığını sanıyorsun, şu haline bak, çok çirkinsin, aptalsın, tembelsin, korkunç bir şey oldu gibi negatif yargılamalarda bulunabileceği gibi, böyle yaparsan iyi bir insan olursun, daha şefkatli olmalısın, daha anlayışlı olmalısın, kıskanç olma, öfkeli bir insan kötü bir insandır gibi iyi niyet göstermeye çalışan bir edada da olabilir. 

Kimi farkındalık yöntemleri bize bütün bu sesleri özdeşleşmeden, yargılamadan ve herhangi bir eyleme geçmeden izleme olanağı sağlar. Öncelikli olan içsel yargıcın sesinin yükselmemesi değil, bilinçsizce bu ses vesilesiyle eyleme geçmek yerine bu seslerle olan özdeşleşmenin farkına varmaktır. Mesela dans ederken “Çok kötü dans ediyorsun” diye bir ses duyduğumuzda bu sesi duyabilmek, duyanın farkına varmak ve bu sesi ciddiye alıp almama şansına sahip olduğumuzun idrakinde olmak bizi kendi gücümüze/potansiyelimize bir adım daha yakınlaştırır. 

Bazen bu sesler daha öfkeli, daha korku dolu hale bürünebilir. Mesela sabah uyandığınızda eşiniz “Günaydın” demeyip asık bir suratla odadan çıktığında sesler devreye girebilir ve “Gördün mü, seni sevmiyor. Bu kadınla ne yapıyorsun? Hayatını mahvettin. Artık yaşlandın da” gibi bir ivme kazanıp hatta  “Hayat zaten anlamsız, her şey anlamsız’’ diye devam ederek  sizi baş edilmez bir ümitsizliğe sürükleyebilir. 

Ancak pratik yaparak ve farkındalık metotlarını bilinçli kullanarak dozajı artsa bile bu seslerle özdeşleşmemeyi seçebiliriz. 

Farkındalık metotları duyduğumuz bir içsel yargıcın sesine karşı yalandan yeni bir ses yaratmayı değil, bu sesin tüm benliğin olmadığı ve her türlü içsel ses ile özdeşleşip özdeşleşmeme seçimine sahip olduğumuz gerçeğine yakınlaşmayı destekleyen tekniklerdir. Bu şekilde kendini yeni bir cümle yapılandırması ile ikna etmeyi veya illüzyona sokmayı seçmek yerine cümle yapılandırmalarının farkına varan bir gerçeğe dokunmaya başlarız.   

Genellikle yakından dinlemeye başladığımızda bu seslerin bir veya birkaç kişiden duyulmuş cümlelerin toplamından oluştuğunu, özellikle çocukluğumuzda etkin yeri olan insanların korkularını, arzularını, hatalarını, inançlarını barındırabildiğini, yer yer anlamını yitirmiş toplumsal klişeler içerdiğini, son derece kısıtlayıcı bir perspektiften dünyaya baktığını, zaman zaman geçerliliğini yitirmiş bir geçmişi barındırdığını, bazen toplumsal şartlanmaların sözcülüğünü yaptığını veya hiçbir şekilde bize hitap etmeyen bir dünya modelinden sesini yükselttiğini, yargı mekanizmasının, değerlerinin ve kıyaslamalarının kendi gerçeğimizin dışında olduğunu da idrak etmeye başlayabiliriz.  Bu seslerle özdeşleşmeyi bıraktığımızda belki yüklerden, gereksiz yere taşıdığımız bagajlardan, ağırlıklardan kurtulduğumuzu hissedebiliriz ve kendimize yakınlaşmanın özgürlüğünü tadabiliriz. Bir taraftan da yersiz, yurtsuz kalıyormuşuz, aidiyetimizi yitiriyormuşuz gibi bir korkuya saplanabiliriz. 

İlk etapta ailemizi veya bizi büyüten otorite figürlerini reddediyormuşuz ve köklerimize hayır diyormuşuz gibi hissedebiliriz. Ve yer yer ikileme düşebilir, içsel çelişki yaşayabiliriz. Belli bir magazin kültürünü takip eden ve bunlardaki resim ve yönlendirmelerle belli bir sosyal yapı kazanan bir grubun içinde o kültürün normlarını sorgulamaya başladığımız anda dışlanmış gibi hissedebilir ve bir anda aidiyet sıkıntısı yaşamaya başlayabiliriz. Açlık, cinsellik, susuzluk, yalnızlık gibi temel ihtiyaçlarımızın dışında birçok ihtiyaç olarak adlandırdığımız kavramın içsel yargıcımızın da etkisinde yapılandırıldığını fark edebilir ve belli başlı neredeyse temel ihtiyaç olarak gördüğümüz arzularımızın değerlendirmesini farkındalıkla gözden geçirebilir, ihtiyaç önceliklerimizi yeniden düzenleyebiliriz. Bize her an konuşan bu ses ile ilişkimizi kristalleştirmeye başladığımızda, tek başınalığımızda kendimizle ve/veya güvendiğimiz kişilerle tefekkür ederek kişisel, kültürel ve biyolojik yapılanmamızı daha yakından irdeleyebilir/tanıyabiliriz. Bir nevi bir taraftan bize ait olmayan, geçerliliğini yitirmiş bazı seslere, oynamak istemediğimiz oyunun kurallarına hizmet etmeyi bilinçli olarak bırakırken bir taraftan da kendimize daha yakınlaşabiliriz. 

Kendimizi hep geçmişte bir referans noktası ile yargılarız. Yaşanan yaşanmıştır ve biz aynı konu üzerinde uzun süre yargılamaya devam edebiliriz. Kendimizi veya yaşadıklarımızı yargıladığımız, kendimize acıdığımız ya da üstün gördüğümüz noktalarda hep ânı kaçırıyoruzdur. Anla veya karşımızdaki insanla gerçek buluşmayı kaçırıyoruzdur. Defalarca yaşamışızdır; inançlar, fikirler, zihinsel yapılanmalardan dolayı karşımızdaki insanla samimi/otantik bir buluşma yaşayamadığımız, gittiğimiz mekânların veya ortamların güzelliklerini göremediğimiz anların sayısı oldukça fazladır. 

Bu anlar içsel yargıcın gerçekle aramıza girdiği anlardır. Bu anlarda içsel yargıç kontrolü ele geçirmiştir, ânın sorumluğunu elimizden kaçırmışızdır. 

Yer yer bazı sohbetlerde egodan kurtulmak ibaresini duyarız. Ancak, birçok psikolog veya felsefeci böyle bir şeyin mümkün olmayacağını söyleyecektir. Mistik yaklaşımlar genelde bireyin var olduğu her yerde egonun varlığını kabul eder. Ve bireyin sadece ego ile olan özdeşleşmesinden bir izleyici gibi eylemsiz olarak uzaklaşabildiğini veya yakınlaşabildiğini öne sürer. Ancak bu uzaklaşmanın kendisi BEN’in yaptığı bir eylem değildir. Bu, farkındalık halidir ve derin bir meditasyon gerektirir. 

Bir anda öfkelenip kontrolü kaybettikten sonra bütün hayatımız boyunca içsel yargıcımızın himayesinde var etmeye çalıştığımız imajımızı da kaybettiğimizi düşünerek karanlık yönümüzü gösterdiğimiz kişiye ne kadar iyi bir insan olduğumuzu ispatlamaya çalışmak yerine öfkemiz karşısında farkındalığımızı kaybedip tamamen bilinçdışı davrandığımız anların sorumluluğunu üstlenmeyi tercih edebiliriz. Ve iki davranış arasında büyük fark vardır. İlki kaybettiğimiz itibarın ikna yolu ile geri kazanılmaya çalışılması, ikincisi ise bireyin farkındalığını kaybettiği bir noktada bilinçsiz bir eylemde bulunduğuna uyanması ve bu davranışının sorumluluğunu almasıdır.

“Şefkat dolu olmalısın”, “Anlayışlı olmalısın”, “İyi olmalısın” diye programlanmış ve kalıplaşmış bir mekanik davranışı seçmenin,  “iyi, anlayışlı insanı” oynamanın çok sağlıklı bir davranış kalıbı olmadığını savunan birçok psikolog ve sosyal davranışçı da var. Yer yer bazı yaklaşımlarda, bilinçdışı güçlerden kaçmak ne derece nevroz oluşumu için bir sebepse, bilinçdışı güçler tarafından bilinçli bir şekilde ele geçirilmek ve bunun yaratıcılığa yansıması da doğal deha olarak kabul edilebiliyor. Tüm dünyada “co-dependancy” adı verilen karşısındakini memnun etmeye, konforunu sağlamaya ve saçını süpürge etmeye odaklı, kendilerini empatik, iyi ve anlayışlı olarak tanımlayan ilişki bağımlıları için ciddi tedavi programları bulunuyor.  

İçsel yargıcımız bir şeyi yargılamaya, belli değerlere odaklanmaya başladığı noktada muhtemelen çok dar bir perspektiften bakıyor olabilir. Özellikle de yargılarımızla ilgili mutlak bir sonuca ulaşmak bakış açımızı çok daha kısıtlayabilir ve gerçeğin temelini kaybettirebilir. 

Hindu vedalarında “Maya” şeklinde kullanılan kavram belki de görünüm ve illüzyona işaret eden anlamıyla bireylerin kendi zihinsel yapılanmalarına göre diğer gerçeklere körleştiğine de ışık tutuyor olabilir. 

Bir dönem National Geographic kanalında Jason Silva’nın gerçekleştirdiği “Beyin Oyunları” adlı bir program vardı. Bu programın bir bölümünde yaptığı deneylerle kişilerin belli bir eyleme odaklandıklarında o ânın gerçeğini nasıl filtrelediklerini, nasıl parçaya bakmaktan bütünü kaçırdıklarını ve daha sonra bütün hakkında yanlış yorumlarda bulunduklarını gösteriyordu. Sanıyorum deneyler kasadaki para alışverişine odaklanan deneklerin kasiyerin değiştiğini (renk ve cinsiyet olarak bile) idrak edememelerine kadar uzanıyordu. 

Kısıtlı perspektiften bakıp yargı ve sonuca varma ilişkisi ile ilgili çok eski bir Tao hikâyesi vardır. 



Yaşlı bir adamın herkesin hayran olduğu, ender rastlanan türden çok güzel bir atı varmış. Atı imparator bile satın almak istiyormuş. Ama adam imparatorun teklifini reddetmiş. Sonra bir sabah adamın atı çalınmış. Köy ahalisi meydana toplanmış ve konuşmaya başlamışlar: “Ne kadar yazık, bir servet sahibi olabilirdin, çok büyük hata yaptın, şimdi bir de atı da kaybettin.”  Ama yaşlı adam sadece gülümsemiş. “Şu an at ahırda değil, ben sadece bunu biliyorum. Bunun dışında her şey yargıdır. Bunun bir talihsizlik olup olmadığını nasıl bilebiliriz?” demekle yetinmiş. At bir-iki hafta sonra kaçtığı ormandan yanında birbirinden güzel 12 atla beraber geri dönmüş. Tüm köy ahalisi tekrar toplanmış, “Yaşlı adam haklıydı, şimdi 13 tane atı oldu. Artık dilediğince para kazanabilir,” diye konuşmuşlar. Yaşlı adama “Kusura bakma, biz göremedik ama sen gelecekte olabilecekleri gördün. Sen haklıydın,” demişler. Yaşlı adam tekrar gülümsemiş. “Bildiğim tek şey atımın 12 tane daha atla beraber geri döndüğü ve bu, hikâyenin sadece çok küçük bir parçası. Bu parçaya bakarak tüm hikâyeyi nasıl yargılayabiliriz?” demekle yetinmiş. Ve ertesi gün yaşlı adamın oğlu ata binmeye çalışırken düşmüş ve bacağı kırılmış. Köy halkı tekrar toplanmış ve “Bu bir lanet, şimdi oğlun hayatını topal geçirecek,” demişler. Yaşlı adam “Üzülmek için aceleci olmayın, sadece oğlumun bacağının kırıldığını söyleyin yeter,” demiş. Aradan birkaç hafta geçmeden devlet köyün tüm genç erkeklerini orduya çağırmış. Yaşlı adamın oğlu bacağı topal olduğu için kalmış. Köy ahalisi yine toplanmış, “Bizim oğullarımız savaşa gitti, en azından senin oğlun topal ama yanında. Düşman çok güçlü, bizim oğullarımız ölecek, yaşlanınca bize kimse bakamayacak ama sana senin oğlun bakabilecek,” demişler. Yaşlı adam “Yalnızca şunu söyleyin, sizin oğullarınızı devlet aldı, benim oğlum yanımda ama burada bir sonuç yoktur ve bunun bir talih mi veya talihsizlik mi olduğunu kimse bilemez,” demekle yetinmiş.  














Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

HUMAN DESIGN

PRAG VE SİMYA

Kralların Şarap Bölgesi Burgonya’da Büyüleyici Bir Şarap ve Gastronomi Seyahati