DİNLEMEK

İletişimin ve paylaşımın olmazsa olmazı olan dinlemek, farkındalık metotlarında kullanılan en temel tekniklerden birisidir. Duymak ve dinlemek (işitmek) arasındaki farka ışık tutulur. İkili veya kalabalık yapılan uygulamalarda, uygulamacılardan birisi zihinsel, duygusal coğrafyasında kendini ifade ederek araştırmalar yapıyor iken diğerinin tüm dikkati ile orada olması ve konuşan/anlatan kişiye herhangi bir yargı ve yorumda bulunmadan sadece dinlemesi birçok metotta farkındalık tekniği olarak kullanılır. 

Genelde birisi konuşurken koşulsuz olarak dinlemekte zorlanırız. Ya kendimizi hemen cevap verme ihtiyacında hissederiz ya da zihnimizde anlatılan konuyu irdeleriz, evirip çeviririz. Konuşulanı kendimize göre yargılar ve bir çerçeveye oturtmaya çalışırız. Bazen konuşan kişinin duyguları içinde kendimizi kaybeder ve hemen o duygulardan çıkmak için öğüt vermeye başlarız. Ya da konuyu değiştirmeye çalışır veya alaycılık ile konunun duygusal yoğunluğunu hafifletme yoluna gideriz. Hatta bazen kişi konuşurken tamamen alakası olmayan şeyler düşünür, bedensel olarak orada gibi gözüksek de zihinsel olarak neredeyse mekânı terk ederiz. Farkındalık metotlarında dinlemek (işitmek), bir kişiye verilebilecek en cömert hediye olarak kabul edilir. Alanı karşınızdaki kişiye bıraktığınızda, onu samimiyetle dinlemeye başladığınızda ve söylediklerini işittiğinizde konuşan kişideki değişim gözle görülebilecek kadar aşikârdır. 


Rasyonel dinleyici


Genelde üç tip dinlemeden bahsedilir. Birinci tip dinlemede rasyonel bir dinleyiciyizdir. Yani düşünsel bir diyalekt ile dinleriz. Böyle bir dinleme sisteminde şüphe ön plandadır. Konuşulanlara kuşku ile yaklaşılırız. Karşımızdaki ile aramızda korunma kalkanları vardır. Kuşkuya mantık hizmet eder.  Konuşulanlar üzerine akıl yürütürüz. Haklı olmayı isteyebiliriz veya daha karşımızdakinin konuşması bitmeden cevabımızı hazırlarız. Bu tarz bir iletişimde sadece düşünceler devrededir. İki kişinin buluşması mümkün değildir. Çünkü iki kişi de birbiriyle oradan oraya maymun gibi zıplayan düşünceleri ile ilişkilenmiştir. Birisi bir düşünce ifade ediyordur, diğeri de kendi düşüncelerini korumaya çalışıyordur veya kendi düşünme mekanizması ile yargılıyor/yorumlar getiriyor ve tavsiyelerde bulunuyordur. Kişi, duyduklarını tutkularının, arzularının, korkularının, endişelerinin eleğinden geçiriyor ve aslında karşısındaki kişinin anlattıklarını değil kendi zihin yapılanmasını dinliyordur. Çoğunlukla her iki kişi de bu gerçeğin farkında değildir. Aslında, sadece zihnin yapılanması çerçevesinde gelişen diyaloglarda sinemada ekrana yansıyan görüntüye takılıp geride duran ve filmi yansıtan makineden bihaber gibiyizdir. Sanki zihin tarafından yapılanan anlayışı idrak etmeden Platon’un mağara alegorisinde duvara yansıyan gölgelere gerçek tanımını yansıtan bir gölgeler oyununun içindeyizdir. Ne dışarıdakini ne de zihnimizden geçenleri bilinçli bir farkındalık ile dinleyemeyiz.


“Her şey bu Logos’la ahenk içinde gerçekleşse de insanlar, benim her birini kendi doğasına göre ayırıp ne kadar doğru olduklarını gösterdiğim gibi kelimelerle ve eylemlerle karşılaştıklarında onu hiç deneyimlememiş gibi davranırlar. Ve diğerleri, uyanıkken ne yaptıklarını bilmezler, tıpkı uykuda ne yaptıklarını bilmedikleri gibi. Bu Logos, bütün zamanlar için hakikat olsa da insanlar onu duymadan önce ve ilk kez duyduklarında da anlamaktan acizdir.”                                                       

-Herakleitos


Gönülden dinleyici


Daha sonra ilişkinin boyutuna göre daha gönülden bir dinleyiciye dönüşebiliriz. Karşımızdakine empati ve sempati ile yaklaşırız. Bu sefer arada sevgi köprü görevi görmeye başlar. Sevdiğimiz bir kişiyi veya hikâyeyi dinlerken artık şüphe araya girmez. Korunma kalkanlarını kaldırır, empati ile birlikte kişiye yakınlaşırız. Karşımızdaki kişinin duygu dünyası ile uyumlanmaya başlarız. Sevdiğimiz bir hikâyeyi dinliyorsak hikâyeyi içselleştirir ve hikâye ile beraber hareket ederiz. Bir nevi konuşulanlarla, anlatılanlarla duygusal bir nehirde beraber akarız. Anlatılanları gönülden dinleriz. Bu şekilde dinlerken eğilim kendimizi unutmak, kendimizi diğerinin duygularında kaybetmek yönünde olabilir. Karşımızdaki konuştukça biz kendimizde uyarılan duygu selinin içinde boğuluruz. Acı çeken bir kişinin yanında o kişinin duyguları ile çok fazla özdeşleşip kendimizi duyguların içinde boğulurken bulmaya empatik sıkıntı adı verilir.  Bir noktadan sonra beynin empati duyduğumuz duyguları kendi duygularımız olarak bile kaydedebildiği ve beynin acı merkezini aktive ettiği bilim insanlarınca söylenmektedir. Çoğu zaman empati otomatik olarak gelişir, yani bir nevi kontrolümüz dışında da empatik ilişkiye girebiliriz. Özdeşleşmeye başladığımız duygularla baş edemez isek karşımızdeki kişiye tavsiye vererek, sakinleştirmeye çalışarak, konuyu değiştirmeye veya hafif alaycı davranarak ya da durumu tamamen rasyonalize etmeye çalışarak yakalandığımız durumun dışına çıkmaya çalışabiliriz.

Bu iki dinleme şeklini egzersiz olarak uygulayabiliriz. Mesela, bir kişinin karşısına oturup ilk etapta zihnimize odaklanabiliriz. Kişi sorduğumuz bir soruyu cevaplarken

biz de kişiyi tamamen zihnimizden dinleyebiliriz. Cevapları önden hazırlayarak, eleştirerek, etiketleyerek, yargılayarak, konuşanın söyleyeceklerini önden kestirmeye çalışarak deneyimize devam edebiliriz. Daha sonra farklı bir soru sorup odağımızı kalp bölgemize indirebiliriz. Ve karşımızdakini hissederek dinlemeye çalışabiliriz. Dinlerken duygular yükseldikçe o duyguları da izleyebiliriz. Ve böylece iki tip dinleme arasında gidip gelerek bize zihinsel ve empatik dinlemenin nasıl hissettirdiğini deneyimleyebiliriz. Bu şekilde bir süre kalbe ve zihne farklı farklı odaklanarak deneyimimize devam edebilir, ayrımı daha yakından hissedebiliriz. 


Şefkatli dinleyici


Birçok farkındalık metodu bizi bu iki metodun da bilincinde olan daha bütünsel bir dinlemeye davet eder. Yani, insan zihninin geçimsiz kardeşleri Apollon (düşünce) ve Dionysos (duygu) birlikteliğinde, tamamen var olarak, kulaklarımızla bağlantıda olarak dinleme sanatına adım atmaya davet ederler. Güven duygusu ile, inanç ile dinlemek bize kendimizi o ânın içinde gerçekleştirmek için alan açar. Bütünselliğimizle oradayızdır. Ânın içinde var oluruz. Dinleyenin karşısında var oluruz. Ne savunmaya geçeriz ne de empati ile özdeşleşiriz. Varoluşsal olarak o âna nüfuz ederiz ve ânın da bize nüfuz etmesine ve bizi dönüştürmesine izin veririz. Dinlediklerimiz zihnin dar kesitine hapsolmaz, duyguların girdabında çalkalanmaz ve biz bir nevi diğeri ile eririz. Zihinsel defansları fark edip tüm duygusal eleklere uyanık olarak olanı olduğu gibi dinlemeye başlarız. Sadece söyleneni değil, onunla birlikte gelişen her şeyi, hatta söylenemeyeni de dinleriz. İşte o anda kulakla duyulmayan, akılla anlaşılmayan doğrudan bir kavrayış ortaya çıkar. Bu şekilde ilişkilendiğimizde terapist-danışan, dinleyen-dinlenen, problemi olan-problemi çözen, bilen-bilmeyenden çıkıp daha derin bir ilişkiye adım atabiliriz. 

Belki çok sevdiğimiz bir parçayı dinlerken kendimize parçanın içinde erimeye izin vermek dinleme metodu için kullanılabilecek bir başlangıç uygulaması olabilir. Bu şekilde dinlemek derin bir meditasyon/tefekkür gerektirir. Böylesine bir dinleme bizi ilişkilendiğimiz kişi, müzik veya hikâyenin bilinmeyenine de açacaktır. 

Kimi geleneklerde bu dinleme şekli şefkat olarak nitelendirilir. Empatiyle değil şefkatle birisiyle olmak olarak tanımlanır. Kendinizi dinlemek ve kendinize evet demek, çevrenizi dinlemek ve çevrenize evet demek ve ilişkilendiğiniz her şeyle ahenkle yakınlaşıp uzaklaşmak eylemine de yer yer “şefkatin dansı” adı verilir.  Kültürümüzde belki Mevlana’nın “Aynalar türlü türlüdür, yüzünü görmek isteyen cama bakar, özünü görmek isteyen cana bakar!” sözünden de esinlenilerek böylesine bir dinlemeye candan dinleme de denir.  

Bir kişiyi dinlemeye başlamadan önce ilk etapta bedenimize odaklanabiliriz. Oturduğumuz yerin farkına varmak, ayaklarımızın yere basışını hissetmek gibi metotlarla beden farkındalığımızı güçlendirebiliriz. Daha sonra nefes alışverişimize odaklanıp kendi ritmimizde nefesimizi rahatlatabiliriz. Nefese odaklanmak da bizi, âna ve bedenimize taşıyacaktır. Nefesimizi kalp ve/veya karın bölgemize odaklayıp içten o bölgelerin rahatlamasına, gevşemesine izin verebiliriz. Bu şekilde nefes bizi zihinden bedene indirecektir. Bu hazırlıktan sonra meditasyonu davet edebiliriz; belki daha önceki bir meditasyon ânını hatırlayarak veya sadece olana güvenerek. Dikkatimizi başka bir şeye kilitlemeden, yoğunlaşmak için çaba sarf etmeden, çok sessiz ve gerçekten durgun bir zihin ile artık dinlemeye, dinleyen ve dinlenen, hatta dinleme olmaya hazırızdır. 

Dinlerken tüm mevcudiyetimizle orada olmayı seçebiliriz. Sadece orada olmanın, var olmanın kendisi aktif bir katılımdır. Ancak, karşımızdaki kişiye cevap verme ihtiyacı duyuyorsak ilk etapta belki duyduklarımızı kendi cümlelerimizle özetleyerek doğru işitip işitmediğimizden emin olabiliriz. Daha sonra bedensel farkındalığımızın da desteği ile önceden tasarlanmamış, akılsal çıkarımlara yer vermeyen, kendiliğinden ve samimiyetle kendisini gösterebilecek olan paylaşım ve eylemlere kendimizi açık tutarız. Burada diyalog veya eylemler tepkisellikten ziyade yanıt düzeyindedir ve daha sezgiseldir. Ânın devinimi ve devingenliği içinde kendisini var eder. Bu da aslında bir nevi ânın içinde kendisini gösteren sezgileri ve dürtüleri dinlemek ve açığa çıkmasına izin vermektir.  Yani, dinleme sanatı hem kendimizi hem çevremizi dinlemeyi içinde barındırır. 

Kulakları büyük Buda heykelleri gibi bizleri büyük kulak imgeleri ile dinlemeye (işitmeye) davet eden figürleri geçmişte ve günümüzde görmek mümkündür. 

 Dinlemek konusunda Musa Peygamber ile ilgili anlatılmış bir efsane vardır. Musa Peygamber Sina Dağı’na çıktığında şöyle bir ilahi emir alır: “Muse-ke!” ve bu emir “Dinle Musa” anlamını taşır. Bu emirin doğurduğu Music, Musiki, Müzik gibi kelimelerin yansıması aslında günümüzde iletişimin en üst seviyelerinden birisini içinde barındırmaktadır.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

HUMAN DESIGN

PRAG VE SİMYA

Kralların Şarap Bölgesi Burgonya’da Büyüleyici Bir Şarap ve Gastronomi Seyahati