ÇEVRENİN SESSİZ ÇIĞLIĞI

“Dış dış değildir, iç de iç değildir; her ikisi birbirine bağlıdır. Bu sebeple neye baktığınızın, neyi dinlediğinizin, ne okuduğunuzun ve nereye gittiğinizin farkında olun çünkü bunların hepsi sizi yaratır.”

“Gördüğünüz her şey içsel dünyanızda eko yaratır ve gördüğünüz şeye dönüşmeye başlarsınız.”

-Osho


Vakit geçirdiğimiz, ziyaret ettiğimiz mekânlar, coğrafyalar istesek de istemesek de iç dünyamızda bir etki bırakır; bazen mekânın tadı kalır, bazen kokusu ya da imgesi.  Büyüdüğümüz ve içinde yaşadığımız çevrenin üzerimizdeki etkisine psikoloji ve sosyolojinin yanı sıra farklı mistik öğretiler de önemli yer verir. Mekânlar genelde hem bulundukları coğrafya ile, hem de ev sahipliği yaptıkları topluluğun bilinçdışına taşınmış dinamikleri ile yoğrulmuşlardır.  Bir yeri ziyaret ederken bu dinamikleri yansıtan mimari dokuyla, çevresel düzenlemeyle ister istemez iletişime geçeriz. Belli bir farkındalık ile mekâna girersek bilinçdışından yansıyan kuralları, şartlanmaları, hatıraları mekânın mimari yapılanmasında, dekorasyonunda ve yerleşiminde fark etmeye başlayabiliriz. Farkında olmadan etkileşime geçtiklerimiz ise satır arası anlamını televizyonda izlediğimiz bir dizi esnasında belli belirsiz geçen gizli reklam gibi bilinçaltımıza sızabilir. 

Ziyaret ettiğimiz, vakit geçirdiğimiz her mekân,  coğrafya ne kadar sessiz olursa olsun, bitki örtüsünün, hayvanlarının, yerleşiminin, bina motiflerinin, sanatının, objelerinin, renklerinin aracılığı ile yer yer fısıldayarak, yer yer sessiz çığlıklarla bizimle iletişime geçer. Bu iletişim içsel yapılanmamızı ve benimsediğimiz kuralları, fikirler ve düşüncelerimizi etkileyebilir; içimizdeki fikirler, değerler, kurallar, duygular şemasına uygunsa onları destekler, farklı öneriler getirerek içsel şemalarımızı sarsar. Hiç ummadığımız anda içteki bir çatışmaya bir çözüm önerisi getirir ve bize nefes aldırır; kimi zaman da bir çatışma yaratır ve nefesimizi daraltır.  

Bazı mekânlar, ortamlar ise kişiyi kendisine, kendisiyle tefekküre döndürür. Bu mekânlar kendi içlerinde mutlak dengeyi yakalamış ayna görevi gören, bir nevi bilim, sanat ve simyanın birleştiği alanlar olarak da kabul edilebilirler. 

Mekân ve ortam bizi etkilerken biz de içine girdiğimiz mekân ve ortamı etkileriz. Aramızda çift taraflı, dinamik bir etkileşim oluşur. Mekân/çevre ile birey/toplum arası ilişkileri inceleyen, bu etkileşimdeki bilinçdışı ilişkiyi bilince taşımaya hizmet eden hem Batı’da hem Doğu’da çeşitli metotlar bulunuyor.

Batı’da Fransız psikanalist Alberto Eiguer, aile içi sorunları derinden anlayabilmek için ailenin yaşadığı mekânı ziyaret eder. Aile içi sorunları mekândaki bilinçdışı güçlerin dekorasyondaki/ev yapılanmasındaki izlerini sürerek takip eder. Aile içindeki psikolojik bağların izdüşümlerinin, ailenin yaşadığı mekânda bulunabileceğini savunur. Ailedeki krizin derinliği ile evdeki ıvır zıvır eşya yoğunluğunun benzeştiğini deneyimlediğinden bahseder, hatta biraz daha ileri giderek L’inconscient de la Maison-Evin Bilinçdışı adlı kitabında “Kentçilik alanındaki araştırmalara göre kentler kendiliğinden bedenimiz ve bedensel işlevler model alınarak kurulmuş gibidirler, sanki kent sakinleri oraya kendi temsillerini yansıtmışlardır,” diyerek bilinçdışı izdüşümlerin kentlere kadar yayıldığını savunur.  Jp Vidal, Isidoro Berenstein gibi isimler de aile arası bağların izdüşümünü mekânlarda araştıran bilim insanları olarak sıralanırlar.  

William Blake’in “Baktığın şeye dönersin”  veya William James’in “Neye ve nereye katılıyorsan o deneyimine dönüşür” sözleri çevre ile içsel dünyamızın ilişkisine vurgu yapar. Pagan kültürlerinde ateş, su, toprak ve hava gibi dört doğal bileşimin etkisi ile bilinçli ortamlar oluşturulmuş ve bu ortamlar içsel simyayı desteklemek için kullanılmıştır.  Şaman öğretilerinde ağırlıklı olarak deneyimlenen halüsinatif çember ritüellerinde yönlendiriciler, çemberin yapıldığı mekân da dahil olmak üzere yetiştiğimiz ortamın ve içinde bulunduğumuz kolektif bilincin ritüel esnasındaki deneyimimizi etkilediğinden bahsederler. Sezgisel bir halüsinatif deneyim esnasında içselleştirilmiş olan çevre ve toplum zihninin deneyimi yaşayan kişiye yüzünü gösterebileceği söylenir.

Çevre ile bireyin etkileşiminin önemine parmak basan bir isim de Bill Mollison’dur. Mollison “Permakültür” sisteminin babasıdır. Permakültür, doğayı gözlemleyerek onunla birlikte var olmanın ve üretmenin yollarını gösteren sürdürülebilir bir üretim ve yaşam tasarımıdır. 

İleriki sayfalarda daha ayrıntılı değineceğim üzere mekân ve çevre ile ilişkide sıklıkla kullanılan dillerden birisi de Feng Shui’dir. Uzun bir süre Çin’in kadim öğretisi Feng Shui ile ilgilendim ve farklı ekollerin okullarından eğitimler aldım. Eğitimimi Klasik Feng Shui ile tamamladım. Klasik Feng Shui mekâna konulan dekoratif objelerle ilgilenmez,  ateş, toprak, metal, su, ağaç bileşenlerinin dengesi ve simyası üzerinden çalışır.

Çinliler Rüzgâr ve Su anlamına gelen kadim Çin öğretisi Feng Shui’yi doğal çevreyi çalışmak/anlamak için kullanırlar.  Yin/yang teorisi ve Daoist kökenleri ile Feng Shui doğayı öğretmeni olarak görür. Doğadaki chi’nin (yaşam enerjisi)  doğru ve uyumlu akmasını ve bireylerin de bu enerji ile uyumlu bir şekilde hareket etmesini destekleyen Feng Shui, çevresel güzelliği mimari, astronomi, fizik ve tasarım bilgilerini de kullanarak bir nevi mekân ile mekânda yaşayanlar arasında bilinçli bir ilişki kurabilmek adına aracılık yapar. Feng Shui’ye çevresel bir psikoloji, bilimsel bir sanat olarak yaklaşılır. 

Feng Shui kullanarak yaşadığımız ortamla ilgili farkındalığımızı artırır ve iç ve dış dünyamızda bir uyum/denge yakalama şansına sahip olabiliriz. Bir Çin atasözü “Kişinin hayat kalitesini tanımlayan altı temel faktör kader, şans, Feng Shui, doğru hareket (iyilik ve vericilik), eğitim ve çok çalışmaktır,” der.  Ili Tekes County, Xinjiang, Çin’de Feng Shui prensiplerine göre yapılanmış bir bölge olup ve Feng Shui dünyasının önemli tarihi noktalarından birisidir.      

“Doğayı araştır, doğayı sev, doğaya yakın ol, doğa asla sana yanlış yaptırmaz,” diyen Frank Lloyd Wright da bu sözleri ile Çinlilerin doğa ile uyum içinde gelişen çevresel farkındalığına ya da Bill Mollison’un başlattığı permakültür çalışmalarına yakın bir tutum sergilemiştir.

 

Her şeyin birbiri ile etkileşim içinde olduğunu öne süren ve çevre/doğa ile sağlıklı ilişki arayışında olan yaklaşımlar belki de bir anlamda  Kelebek Etkisi Teorisi’ne yakın bir bakış sergiler.  Dengeli ışık, dengeli sıcaklık, temiz hava, az ve öz eşya gibi sezgisel yaklaşımları da kullanarak beş duyumuz üzerinde olumsuz etki yaratan, bize rahatsızlık veren şeylerden uzaklaşmak, ihtiyacımız olmayan/kullanmadığımız tüm eşya ve objelerden arınmak ve ortamı temiz hava, doğru ışıklandırma, doğru ısıtma/soğutma ile dengelemek, içinde bulunduğumuz çevre/ortamla samimi ve derin bir ilişki içine girmek, sağlıklı ilişki kurabilmek adına atılması önerilen adımlardır. 

Çevre ve doğa bilinci ile hareket eden metotlar iyinin fazlasının kötüye dönüşeceğini öne süren bir yaklaşım sergilerler. En iyi yemek bile çok yenilirse mide bulandırır yaklaşımı bir yerde yin (dişil) ve yang (eril) dengesinin de arayışıdır.  Yin ve yang; sağ ve sol beyin gibi bir taraftan alıcı, yaratıcı, imkân araştıran, keşifçi, bilinmeyene açık, karanlık, kaotik,  diğer taraftan şüpheci, mantıklı, hedef odaklı, uyumcu, kararlı, aydınlık ve düzenlidir.  

Bir süre önce İÖ 6500 yıllarına ait Anadolu’da Çatalhöyük’te bulunan Kybele tanrıçasının yontuları ile karşılaştım. Arkeologlar tarafından Ana Tanrıça olarak adlandırılan ve görsel belleğimizin önemli yapıtlarından birisi olan Kybele figürünün hem bereketin, hem kaotik doğanın, hem de doğadaki düzenin sorumluluğunun simgesi olduğunu duymam bana mistik yaklaşımlardaki zıtlıklar arası çatışma/uyum  diyalektiği ile araştırılan doğal denge/yenilenmeyi hatırlattı.  Kybele Anadolu’da doğum ve ölümün,  dört mevsimin, döngüselliğin sembolü olarak da biliniyor. Kybele figürlerinde tehlike, vahşi doğa ve ölümü simgeleyen hayvanlar; doğurganlık ve bereketi simgeleyen bebek; durağanlık ve devingenlik; yaşam ve ölüm arasında gelip giden anlatımlarda da kaos ve düzenin diyalektiğinin izdüşümlerini görmek mümkün. Yin (dişil) ve yang (eril) arasındaki diyalektik, bolluk ve bereket içinde yükselen vahşi doğanın çitlerle çevrilerek düzene oturtulduğu Cennet Bahçeleri gibi; içerinin karanlığı ile dışarının aydınlığını bünyesinde barındıran kapı eşiği gibi; notalarla ve S’lerle (sessizlikle) yapılanmış müzik gibidir. Bazen yin (dişil), yang (eril) gibi öğretiler, ele geçirilemeyene dokunuşun kuramsallaştırılması, soyut olanın somut ifadesi/temsilcisi olarak görülür.  

Çevre ile kurulan bilinçli etkileşim hem yaşananda hem yaşayanda, hem deneyimde hem de deneyimi algılayan elle tutulamayan içsellikte,  bir nevi hem gerçekte hem de hayalde, hem kavramsalda hem de kavram dışı olanda OLMAYA, yani diğer ifadesi ile an’da OLMAYA destek olur.  Daha çok “ânı yaşamaya”, “kendini deneyimlemeye” odaklanmış olan çağımızda yaşadığımız ortamda kendimizi güvende hissetmek, bilinenle/bilinmeyenle/bilinemeyenle etkileşimimizde kırılganlığımızla var olabilmek, dış dünyamızla samimiyetle ilişkilenmek, hem kendimize hem de içinde bulunduğumuz ortama yakınlaşmaya vesile olarak âna gelmeye eşlik eder.   

Doğada ve mekânda denge arayışını farklı açılardan birçok kültürde, mistik akımda görmek mümkün. 

Ben, çok defa bu kadim bilgilerin veya popüler araştırmaların kullanım veya sorgulanmasında bireyin zihin yapılanması ile ve bireysel yorumları ile yeniden şekillendiğini ve karşılıklı etkileşimin ve diyalektiğin ortaya çıkartacağı sezgisel zekâdan ziyade yeni bir yapılanmaya veya şartlanmaya sebep olduğunu da deneyimledim. Bu şekilde yaklaşıldığı takdirde bu kadim bilgiler özünden uzaklaşıp dogmatikleşebiliyor, mekanikleşebiliyor. Nasıl zengin olabilirim, nasıl insanlar üzerinde etkin olabilirim, nasıl başarılı olabilirim,  nasıl aradığım aşka sahip olabilirim gibi sorulara cevap vermesi, bireysel arzulara, hayatı teknolojiye indirgemeye çalışan zihniyete hizmet etmesi beklenebiliyor ve benim kanımca masumiyetini kaybedebiliyor. 

Çevre ile birey arasında aracılık eden bazı metotlar/diller sanki “iç ve dış birdir, beraberdir, her şey enerjidir” fikrinden hareketle birey ile çevrenin ilişki dengesini bilinç düzeyine taşıyarak düzenlerler. Ve belki de saf bilincin yeşerebileceği dengeli, akışkan alanlar yaratırlar. Bir ayağı yerde, bir ayağı gökte; tamamen içedönük dişil ile dışadönük erilin, ayrıksılıkla uyumun bir araya gelmesi, saf bilincin köklenmeye ve yeşermeye başlaması için tarafsız denge sembolünün temsil ettiği adaleti sunan ortamlar yaratırlar.  Ancak genelde adaleti kötüyü ve suçluyu, negatifi bularak, yargılayarak, taraf tutarak, bir şeyi bir şeye karşı seçerek değil, sufizmin kökenlerinde de olduğu gibi mutlak dengede masumiyete/saf bilince alan açarak Çinlilerin deyimi ile chi/yaşam enerjisini akıtarak ararlar.

Bir kaya parçasının, atomların bir araya tutunarak oluşturduğu moleküllerin kafessel örgüselleşmesi ile bir araya gelmesini algılarken ortaya çıkan kayanın içinde var olabilecek boşluk oranının imgeselleşmesinde zihnimiz çoğu zaman bize destek olmakta zorlanır. Ancak ünlü bilim insanı David Glowacki, “Danceroom Spectroscopy” adlı sanat ve bilimi iç içe uyguladığı birçok ödül almış sanatsal gösterisinde ziyaretçilere son derece bilimsel olan bir veriyi, deneyimsel olarak ilk elden yaşatır.  Danceroom Spectroscopy sergisine adım attığımız anda kendimizi mikroskopla görülemeyecek boyutta var olan bir dünyanın içinde buluruz. Oda içerisinde özel tasarlanmış bir bilgisayar ziyaretçilerin hareketlerini takip eder ve daha sonra bedensel hareketlerinin oluşturduğu enerji alanını bilgisayar ile duvarlara yansıtır. Ziyaretçiler kendi hareketleri ile bağlantılı olarak hidrojen, helyum, oksijen, karbon gibi atomların farklı renklerde birbirleri ile etkileşimine şahit olurlar.  David Glowacki de konuşma ve sunumlarında birçok bilim insanı gibi atomik akışkanlığı birbirine tesadüfi çarpan maddelerden ziyade bir dansa benzetir. Ziyaret esnasında hareketimizin/dansımızın titreşiminin oluşturduğu müziği dinler, kendimizi tamamen hareketlerimizle/diğer ziyaretçilerle olan etkileşimlerimizle şekillenen bir görsel ve işitsel her an var olan ama normal şartlarda beş duyu ile ayırt edemediğimiz atomik bir dünyanın/görsel ve işitsel bir şölenin, Richard Feynman’ın bahsettiği “kıpırdaşıp dingildeyen atom dünyasının” içinde buluruz. Görünmez bağlar görünürleştikçe her şeyin birbiri ile olan ilişkisine, minicik hareketlerin form değişimindeki etkisine şahit oluruz. Kendi hareketlerimizin dış dünyamızı, dış dünyamızın da bizi her an nasıl şekillendirdiğini gözlemleriz. 

Bu tarz deneyimlerle birçok farklı dinsel yapıtta, mitolojik hikâye ve tarihi belgelerde sıklıkla sözü geçen bütünsellik, birlik, her şeyin bütünlüğü, doğanın ayrılmaz bir parçası olduğumuz, büyük bir bütünün parçası olduğumuz ibaresi/ibareler, organik bütünlük gibi temalar birer klişeleşmiş kelime veya kavram olmaktan çıkar ve deneyimimizin birer parçası olurlar. Böylesine bilimle sanatın iç içe geçtiği felsefi sergide, bilinçle yaratılmış deneyimsel alanda, belki de neredeyse metafiziğin temellerini oluşturan varoluşsallığı bir an için deneyimleme şansına sahip olabilir, madde ve formun kavramlar ötesi fısıltısını, hatta coşkulu haykırışını duyabilir, akışını izleyebiliriz.

Çevre ile birey veya birey ile kendi coğrafyası arasındaki sessiz ilişkiyi dillendirmek,  akışkanlaştırmak, dengelemek için Batı’daki mistik gelenekler dört doğal bileşim kullanır. Bunlar toprak, ateş, su, havadır. Daha sonra Aristoteles eter’i de ekleyerek sayıyı beş bileşime çıkartmıştır. Bazı sistemlerde toprak, bedeni; ateş, yaşam enerjisini, chi’yi, biyoplazmayı; su bilinçaltını, akan/geçen her şeyi, duyguları, düşünceleri; hava tüm değişkenliği, akışkanlığı izleyen sezgisel bilinci; eter de var ile yok arasındaki saf alanı temsil eder.  Daoizm geleneklerinden Feng Shui ise beş yön, beş duyu, beş duygu bütünlüğünden yola çıkarak beş bileşim kullanır. Yoga buna beş Bhutas adını verir. Ayurveda, yoga, astroloji gibi bireyin kendi bedensel coğrafyası ile ilişkisine yönelik her bir sistem kendi içinde bütündür ve kullandığı bileşimler o sistem içinde bir bütün olarak değerlendirilir.  

İlişkileneceğimiz çevreyi, coğrafyayı bir nebze seçebilir ve ihtiyaçlarımıza göre metotların da desteği ile dengeleyebiliriz. Ancak beden coğrafyamız hep bizimledir ve özel ilgi gerektirir. 

Doğal bileşimlerin kullanımı ile oluşan, doğal dengeyi arayan farklı sistemler üzerine yazılacak, deneyimlenecek, araştırılacak ve öğrenilecek sınırsız derinlikler mevcut. Bu bileşimler titizlikle çalışılıp anlaşılırsa bir yerde kendi coğrafyamızın sesini duymamızda, kendimiz ile daha yakından/samimi ilişkiye geçmemiz yönünde ayna görevi de görebilirler. 

Evet, farkındalık metotlarında çevre önemlidir. Çevre/ortam içsel dünyamızı şekillendirir. Neye baktığımız önemlidir. Gireceğimiz, yaşayacağımız mekânları bilinçle seçip, nerede ve kimlerle vakit geçirip, neyi dinleyip, neyi okuyacağımıza titizlikle dikkat ettiğimiz bir farkındalık düzeyi içsel yolculuğa atılan en temel adımlardan birisidir. Bu bilinçli adımlarla, içsel ve dışsal uyum ve denge ile varoluş sürecimiz mekaniklikten akışkanlığa, insan gerçeğine daha da yakınlaşır. Çevresel duyarlılığımız, çevresel farkındalığımız arttıkça hayat sadece neleri ve nasılları olan bir teknoloji olmaktan çıkar, bizi daha ve daha çok şaşırtmaya başlar.  

Herakleitos’un  “Aynı nehre ayağını iki defa basamazsınız çünkü ikinci basışta ne nehir aynıdır ne de basan”, “Her şey akar” sözlerine pencere açma, belki daha yakından deneyimleme, kendimizi her an yeniden ve yeniden gerçekleştirme şansına sahip oluruz.  Hem hayatın bize nüfuz etmesine hem hayatın içinde bir birey olarak var olmaya hem de yaşamın elle tutulamaz/mucizevi olağanlığına kendimizi bırakmaya daha çok olanak oluştururuz. 

Pratikte ne mi yapabiliriz? İlk etapta evimizde, zihnimizde kullanmadığınız/kalabalık yapan ne varsa ihtiyacı olanlarla paylaşabiliriz. Hiç kullanılmayacakları da geri dönüşüme yollayabiliriz. İhtiyacımız olmayan, bize hizmet etmeyen eski kimliklerimizi, şartlanmalarımızı, tutunup kaldığımız kavramlarla özdeşleşmelerimizi sorgulayabiliriz. Cömertçe vererek/paylaşarak/bırakarak hayatın cömert akışına/alıcılığa imkân sağlayabiliriz.  Bilge Suzuki’nin çay bardağını sonuna kadar doldurup taşıran öğrencisine söylediği gibi, bardağımızı boşaltıp yeniliklerle/gerçeklerle dolması için alan açabiliriz.  

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PRAG VE SİMYA

HUMAN DESIGN

ATOMİK DİYALEKTİK OLARAK FARKINDALIK METOTLARI